Referandumun ‘poli-teknik’ analizi

Referandumun üzerinden iki haftaya yakın bir süre geçmesine karşın, sağlı sollu liberallerin, muhafazakar ve gerici yazarların “hayır” cephesinde yer alanlara, özellikle solculara yönelik saldırıları devam ediyor.

Oysa referandumdan hemen sonra yaptıkları yorumlarda, tartışmasız bir zafer elde edildiğini, toplumun değişimden yana tavır koyduğunu, veyaset rejiminin sona erdiğini ve artık yeni bir Türkiye’ye uyandığımızı ilan etmişlerdi.

Eğer durum gerçekten böyle ise rahat olmaları gerekiyordu. Dahası kazananlara özgü bir özgüven ve sahte de olsa bir “hoşgörü” içinde olmaları beklenirdi. Öyle ki, “Halk iktidara el koydu” diye (Taraf, 13 Eylül 2010) zafer çığlıkları bile atmışlardı.

Ama hiç rahat değiller. Adeta ağır bir yenilgi almış gibiler. Saldırgan ve tedirginler. Özellikle sağlı sollu liberallerin, ne kadar gizlemeye çalşırlarsa çalışsınlar, huzurları fena halde kaçmış durumda.

Çünkü sol’u kendi değerlerine ve tarihine ihanet etmeye zorladılar, ama olmadı. Yapamadılar… Sol’un büyük çoğunluğu ve ana akımları kurulan tuzaklara düşmedi ve “hayır” dedi. Üstelik sosyalist sol, yoğun, dinamik ve coşkulu bir kampanya yürüttü. Geniş kitlelerle bağ kurdu. Yıllardan sonra yeniden sokakları ele geçirdi.

Daha da önemlisi sosyalist sol, sosyal demokrasiden ve düzen solundan bağmsızlaşan bir politik pratik sergiledi. Sol’un yakın tarihindeki en başarılı güç ve eylem birliğini hayata geçirdiği gibi, başarılı olunabileceği de kanıtlandı.

Referandumun sonucu ne olursa olsun, sol bakmından en önemli durum budur.

***

Gelgelelim bu tabloya karşın, kimi sosyalist kişi ve çevrelerde erken yapılan bazı değerlendirmelerde bir “yenilgi” havası vardı.

Oysa referandum sürecini ve sonuçlarını “yenilgi” olarak yorumlamak kesinlikle yanlış bir değerlendirmedir. Tam tersine, siyasal islamın saldırganlığına, mahafazakar kuşatmaya ve liberal ihanete karşı çok sert ve başarılı bir direniş sergilenmiştir. Üstelik bu mücadele ile çok etkili bir sonuç da alınmıştır.

Çünkü ABD, AB, başta islamcı-muhafazakar iş çevreleri olmak üzere büyük sermaye, tarikatların tamamı, Saadet Partisi, BBP ve MHP örgütleri ile tabanı tarafından desteklenen iktidarın ve devletin bütün olanaklarının kullanıldığı, yandaş ve yanaşma medyanın tamamının desteklediği "evet" cephesi için yüzde 57,7 başarısız bir sonuçtur.

Bu büyük güce karşın, neredeyse Türkiye’de her iki kişiden biri siyasal gericiliğe ve karşı-devrim hamlesine "hayır" demiştir. Yüzde 42,3 oranındaki “hayır” oylarının anlamı budur. Sadece yüzde 7 oranında küçük sayılabilecek bir oy kayması bile bütün hesapları/sonucu değiştirebilir durumdadır.

Ayrıca yüzde 42,3 nitelikli bir kitleye işaret etmektedir. Her türlü baskı ve şantaja direnen, itiraz eden ve karşı koyan bir toplum kesiminin eğilimini yansıtmaktadır.

Kaldı ki, kayıtlı seçmenlerin 14 milyonu (yüzde 27’si) oylarını kullanmamış ya da kullanamamıştır. Bunların yaklaşık yüzde 15’ini apolitik kesimler oluşturmaktadır ve her hal ve şartta bu kitle sandığa gitmez. Geriye kalan yüzde 12’lik kesimin ise yaklaşık yüzde 5-6’lık bölümünün referandumu boykot ettiği tahmin edilmektedir. Geriye kalan yüzde 7’lik kesim ise seçmen kütüklerinde yazılı olmadıkları için oylarını kullanamamıştır. Oylarını kullanamayan bu kesimin ağırlıklı tercihinin “hayır” olacağını tahmin etmek zor değildir.

Durum böyle olunca, gerçekte “evet” oyları toplam/kayıtlı seçmen sayısının yaklaşık yüzde 43’üne tekabul etmektedir. İktidar ve liberaller bunu bilmekte ve bu nedenle rahatsız olmaktadır.

BDP'nin ve bazı sol grupların 'boykot' politikasını elde ettiği sonucu da hesaba katarsak eğer, yaklaşık olarak yüzde 10 civarında "hayır" eğilimli bir seçmen kitlesinin şu veya bu nedenle oyunu kullanmadığı ortya çıkmaktadır.

Bu veriler ve olgular ışığında referandum sonucunu birkez daha değerlendirirsek eğer ortada gerçekte bir yenilgi olmadığını, AKP ve gerici cephenin en fazla bir “Pirus zaferi” kazanmış sayılabileceğini, bunun da yenilgiden beter bir durum olduğunu söyleyebiliriz.

***

AKP ve Türkiye gericiliğinin dayattığı bu anayasa, tarihimizdeki en zayıf ve dolayısıyla en kararsız çoğunlukla kabul edilen bir “toplumsal sözleşme” durumundadır. Demokrat Parti'lilerin boykotuna karşın 1961 Anayasası bile yüzde 60'ın üzerindeki bir çoğunlukla kabul edilmişti. Yüzde 60'ın altında kalan bir çoğunlukla kabul edilen anayasa ile kimse ne ülkeyi yönetebilir ne de siyasal istikrar sağlanabilir.

Çünkü, bu anayasanın hazırlanma ve halkın onayına sunulma sürecinde düzen içi bir toplumsal uzlaşma ve “mutabakat” bile yoktur. Tam tersine bir toplumsal kopuş, ayrışma ve saflaşma vardır. Dolayısıyla yürürlüğe giren metin, AKP ve onun masasında buruşuk bir peçete gibi duran her soydan liberalin anayasasıdır. Kamuoyunun ve toplumun algısı budur.

Bu nedenle referandum akşamı Kemal Kılıçdaroğlu'nun "sonuçlara saygılıyız" şeklindeki açıklaması tam bir teslimiyet anlamı taşımaktadır.

Çünkü bu sonuçlara saygılı olmak için hiçbir neden yoktur.

Herkesin bildiği bir sır durumundaki seçim sahtekarlıklarını ve bilgisayar hilelerini bir yana bıraksak bile –ki sonuçları etkileyecek düzeyde ve ciddi boyutlarda olduğu belirtilmektedir- adil olmayan bir ortamda ve eşit olmayan şartlarla bir yarış yapılmıştır. Devletin bütün olanakları, baskı ve tehdit de dahil, bu referendum sırasında iktidar tarafından kullanılmıştır.

MHP örgütleri ve tabanı çok büyük ölçüde, beklendiği gibi gerici 'evet' kampına geçmiştir. Matematiksel olarak kesin olan bu durum da gösteriyor ki, 'hayır' cephesi ağırlıklı olarak cumhuriyetçilerden ve sosyalist sol'dan oluştu. Aleviler blok olarak 'hayır' cephesinde yer aldılar. Eğer MHP ilan ettiği gibi bütünüyle 'hayır' deseydi, öyle anlaşılıyor ki AKP ve ‘evet’ bloku açık farkla kaybedeceklerdi. Türkiye'nin sağcı, muhafazakar, milliyetçi, islamcı, faşist ve her soydan gericileri aynı safta birleşti. MHP doğasına uygun olanı yaptı. Bu geniş koalisyona karşın ancak küçük bir farkla kazandılar. Bu fark, bu ülkeyi yönetmelerine yetmeyecektir.

***

Ayrıca, egemen burjuva siyasetinin parametreleriyle bir değerlendirme yaptığımızda da tablo farklı değildir. Şöyle ki Türkiye'nin en gelişmiş, eğitimli, modern, sanayileşmiş, en yüksek katma değeri yaratan ülkenin vergi gelirlerinin neredeyse yüzde 70'ini ödeyen bir sınıf olarak emekçilerin ve ücretli çalışanların (üretenlerin) en yoğun yaşadığı havza olan ve nihayet ülkenin batıya en açık yüzünü oluşturan coğrafyasını yani 'hayır' diyen semtlerini, kentlerini, illerini ve bölgelerini dışlayarak dahası neredeyse tamamının AKP anayasasına 'hayır' dediği Alevileri hesaba katmadan bu ülkeye egemen olmak ve yönetmek imkansızdır.

Türkiye'nin dinamosu olan kentler, bölgeler ve toplum kesimleri, hayat tarzlarını tehdit eden gerici dikkatörlük girişimine 'hayır' demiştir. Sol bu düzlemde geniş bir toplumsal kesimle buluşmuştur. Tablo budur.

Öte yandan İstanbul, Ankara ve Bursa gibi illerin neredeyse yarı yarıya 'hayır' dediği unutulmamalı. Bu illerde “evet” oylarının çok küçük farklarla kazandığını ve 'hayır' oylarının açık ara önde olduğu semt dağılımının da ülke genelindeki fotoğrafa uygun düştüğü bilinmeli.

***

Gelelim şu şu "tuzu kuru kesimler" edebiyatına… Referandumda “hayır” oyu kullanan kesimler için yapılan bu değerlendirmenin saçmalığı ve gerçeği yansıtmaması bir yana, bu aşamada hiçbir kıymeti harbiyesi de bulunmuyor.

Çünkü 'hayır' diyen illere ve bölgelere baktığımızda sınıfsal bakımından 'evet' diyen illere ve bölgelere göre daha büyük bir çeşitlilik taşıdığı görülecektir. Dar gelirli ama eğitimli olmak, emekçi olup politik tercihini sol’dan yana kullanmak, ücretli çalışmak ve kitap okumak, sinemaya tiyatroya gitmek vs. ne zamandan beri "tuzu kuru" sayılmak için yeterli ve geçerli parameter oldu? Kaldı ki 'hayır' diyen bölgeler aynı zamanda en büyük emekçi havzalarıdır.

Diğer taraftan liberallerin, özellikle sol liberallerin “halkın iradesine saygılı olma” çağrısı yapmaları tam bir sahtekarlıktır. Onlar da bilmektedir ki, halkın her tercihi doğru ve haklı olandan yana tecelli etmez. Halk faşizmi de iktidara getirebilir. Çoğunluk olmak doğru ve haklı olmak değildir. Küstah bir şekilde ve iktidarın dilini kullanarak böyle bir çağrı yapan Oral Çalışlar, Tophane’de sanat galerilerine saldıran gerici güruhun tercihlerini ve tutumunu da onaylıyor mu acaba? Çünkü bu eğilim halkımızın büyük bir çoğunluğunu pekala içine alabilir. Çok bilinen bir örnektir ama tekrarlamakta her defasında sonsuz fayda vardır Hitler ve Naziler de seçimle, halkın desteğiyle iktidara geldiler.

Referandumdan sonra yapılan haritalara bakıldığında ortaya çıkan tablo şudur ağırlıklı olarak “evet” oyu kullanan iller geleneksel Orta ve Doğu Anadolu sağcılığının, gericiliğinin ve milliyetçi-muhafazakarlığının en yoğun olduğu havzalardır. Farkında değil misiniz, bu kesimler ve temsil ettikleri zihniyet uzun yıllardır statükonun, kurulu düzenin ta kendisidir.

Soru basit O coğrafyada, örneğin Ramazan ayında oruç tutmayanlar saldırıya uğramıyor mu? İçki içmek yasaklanmıyor mu? Kadınlar örtünmeye zorlanmıyor mu? Gündelik hayat ve toplumsal ilişkiler fiilen dini kurallara göre düzenlenmiyor mu? Kültür ve sanat faaliyetleri fiilen yasaklanmıyor mu? İlerici ne varsa bastırılmıyor mu? Ve yıllardır bu kesimin oy verdiği partiler iktidarda değil mi? Tercih ettikleri eğilim referandumları kazanmıyor mu?

***

Nereden çıkardınız bunların (islamcı, milliyetci, muhafazakar kesimler) mazlum olduğunu ve ezildiğini? Hangi veriye dayanarak uydurdunuz işçilerin ve yoksulların bu referandumda “evet” dediğini?

Nazileri ve Hitler’I iktidara getiren kesimler arasında işçi sınıfınından gelenlerin oranı azımsanmayacak ölçüdeydi. Bu yüzden partilerinin adı “Milliyetçi Sosyalist İşçi Partisi” idi. İşçi sınıfı ve emekçilerde Allah vergisi bir devrimcilik ve sosyalistlik olmadığını unutmamak gerekiyor. Onlar pekala bir karşı devrim gücü haline de gelebilirler. İşçi sınıfı, ancak sosyalistler tarafından siyasal bilinç götürülür ve örgütlenirse değiştirici gücünü kullanabilir, toplumsal ve tarihsel bakımdan devrimci bir rol oynayabilir. Değilse, eğemen sınıfların elinde zavallı bir oyuncağa, bir meşruiyet aracına dönüşebilir.

Bu nedenle, sınıf mücadelesini bastıracak ve yumuşatacak, sendikalaşmayı yozlaştıracak ve örgütsüzlüğü özendirecek, patronlarının sınıfsal konumu yerine onların dinine diyanetine bakacak bir işçi sınıfı, sermayenin de tercihidir.

Öyle anlaşılıyor ki, toplumun dincileştirilmesi, islamcılığın siyset alanında güç kazanması yeni sermaye birikim modlinin bir parçası haline gelmiştir.

AKP iktidarına belli belirsiz şerhler düşen bir kısım batıcı sermaye kesimi de aslında sonuçtan memmun durumdadır. Değilse, 1978’de kısmen halkçı politikalar uygulamaya kalktı diye CHP iktidarına karşı şiddetli bir kampanya yürüten ve 12 Eylül darbesinin zeminini hazırlayan TÜSİAD, AKP hükümeti karşısında bu kadar ürkek davranmazdı.

Özetle referandum sonuçları sanıldığı gibi kötü değildir. Ülke politik bakımdan ikiye bölünmüştür. Sol geleceğe büyük bir umutla bakmak için iyi bir zemin yakalamıştır.