İdeolojik Karşı Saldırı İhtiyacı

Kapitalizmin bütün dünyayı saran ve 1929'daki "büyük buhran" ile karşılaştırılan derin krizi, yaklaşık 30 yıldır egemenliğini sürdüren neo-liberal politikaların çöküşüne işaret ediyor. Bu çöküş, özellikle 1990 sonrasında entelektüel inisiyatifi eline geçiren liberal ve yeni muhafazakâr ideoloji ve politikaların üzerine bastıkları zeminleri de ortadan kaldırıyor.

Ancak, yeni liberalizmin ayaklarını bastığı maddi zeminin hızla kayıyor oluşu, siyasal ve entelektüel plandaki liberal ve yeni muhafazakâr hâkimiyetin de otomatik olarak çökmesi anlamına gelmiyor. Tam tersine, bu hâkimiyeti yitirme tehlikesi karşısında liberal-muhafazakâr ittifakına dayalı siyasal gericilik saldırganlaşıyor. Bu saldırganlık, siyasal şiddet araçlarının da devreye sokulmasıyla giderek bir teröre dönüşüyor.

Yeni liberal ve muhafazakâr ideoloji ve siyasetlerin felsefi arka planını post-modernizmin oluşturduğunu belirtmek, soL okurları için yeni bir bilgi olmasa gerek. Ancak yine de (geniş bir bakışla) sol'u da etkisi altına post-modernizmi bir kez daha ve olabildiğince derli toplu şekilde ele almakta, liberal ve muhafazakâr hareketleri bu bağlamda yeniden ve yeniden değerlendirmekte/ tartışmakta yarar görüyorum.

Çünkü bu alanda ideolojik mücadele kazanılmadan, sağlı sollu liberal ve muhafazakâr hegemonya kırılmadan devrimci sol'un yeniden yükselişe geçmesi zor görünüyor. Dolayısıyla bu işi önemsemek ve çok yönlü bir ideolojik-felsefi karşı saldırıyı/hamleyi hazırlamak gerekiyor.

Dolayısıyla bu haftaki makalemde "güncel" bir sorun ya da gelişmeyi ele almak yerine, kimi çalışmalarımda da ifade ettiğim görüşlerimi (tekrara düşmek, indirgemeci ve didaktik bir üsluba savrulmak pahasına) bir kez daha ortaya koymayı ve konuyu tartışmayı deneyeceğim. Çünkü bu "sorun" son derece yakıcı olduğu kadar günceldir de.

Yeni meşruiyet ihtiyacı

Bir sınıf olarak burjuvazi ve bir sistem olarak kapitalizm tarihsel ömrünü doldurmasına karşın, siyasal, ekonomik ve toplumsal varlığını sürdürmektedir. İşçi sınıfı ve insanlık politik bir eylemle kapitalizmi aşana kadar da varlığını sürdürmeye devam edecektir. Ancak dünyanın içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte önemli bir farklılık vardır burjuvazi artık kendi varlığını ve egemenliğini ahlaki ve siyasal bakımdan da açıklama yeteneğini yitirmiştir. Bir başka anlatımla, liberallerin tersine bütün iddialarına karşın, bir sınıf olarak burjuvazi tarihsel meşruiyetini tüketmiştir. Kapitalizm artık bütün insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit etmektedir. Durum böyle olunca burjuvazi varlığını ve egemenliğini sürdürebilmek için yeniden meşruiyet üretmek ihtiyacıyla karşı karşıyadır.

Kaba bir çıkarsama yapma tehlikesini göze alarak denilebilir ki, post-modernizm son analizde bu meşruiyet oluşturma ihtiyacının bir ürünüdür.

Sosyalist Bloğun var olduğu koşullarda "demokrasi" ve "insan hakları" gibi soyut tezlerle ideolojik bir saldırı yürüten Batı, artık bu gerekçenin ortadan kalktığı ve kimseyi ikna etmediği koşullarda kendi hegemonyası için yeni bir rıza üretmekte zorlanıyor. Durum böyle olunca, bir önceki çağın kültürüne ve ideolojisine iltica ediyor. Dini yeniden keşfediyor, insan aklını kutsal metinlerle yeniden teslim almaya ve toplumları bunun üzerinden yönetmeye çalışıyor. Bu olgu günümüz dünyasında sadece Türkiye ve bölge ülkelerinde değil, bütün yeryüzünü kapsayıcı bir eğilime işaret ediyor.

Toplumlar çözülüyor özgürlük anlayışı cemaatlerin, aşiretlerin, mezheplerin, dinsel ve etnik toplulukların serbestîsine indirgeniyor. Modernitenin bir ürünü olan "vatandaşlık" bağı ve hukuku bile tasfiye edilmek isteniyor. Durum böyle olunca tuhaf bir hal yaşanıyor ve salt "vatandaşlık" hukukunu savunmak bile bugün neredeyse tek başına ilerici bir tutum haline geliyor.

Arkaik bir modernite eleştirisi

Post-modernistlerin, liberallerin ve muhafazakârların aydınlanma ve modernite eleştirisi, tarihselciliğin ve toplumsal ilerleme fikrinin reddine dayandığı için, bu tarihsel dönemi aşma dinamiği taşımıyor. Tam tersine, mevcut olana, kurulu düzenin mutlaklığına insanlığı ikna etmek ve bir önceki çağın zihniyet dünyasını devralarak kapitalizmi tahkim etmek amacını taşıyor.

Bu anlamda, serbest piyasa düzenini açık ya da örtük şekilde uygarlığın son aşaması olarak kabul ettikleri için, kapitalizmi aşmaya yönelik her girişimi de bu anlayışın mantıki sonucu olarak "totaliter projeler" diye mahkûm etmeye çalışıyorlar.

Bu nedenle, son otuz yıldır yeryüzünde yıkıcı bir rüzgâr gibi esen neo-liberal ekonomi politikalar ile post-modern, muhafazakâr ve her türden dinci düşüncenin suç ortaklığı giderek gerici bir kutsal ittifaka dönüşüyor. İktisadi planda ultra liberal bir tutuma, siyasal ve felsefi planda radikal ve gerici bir modernite ve aydınlanma eleştirisi eşlik ediyor.

Post-modernistler, aydınlanma ve modernite geleneğine karşı çıkarken, epistemolojik olarak aklın ve bilimin belirleyici konumunu redediyorlar. Aydınlanma geleneğinin tersine, insan aklının sınırlılığına işaret ederek, aklın ve bilimin evreni, doğayı, toplumları ve tarihi tam olarak açıklamaya yetmediğini ileri sürüyorlar. Böylece dinsel doğmalar ve teolojik literatürü bilimle aynı düzeye yükseltmeyi deniyorlar.

Toplumsal ilerleme anlayışına, tarihselciliğe ve "büyük anlatılar" dedikleri ideolojilere karşı çıkan post-modernistler dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, kapsayıcı toplum modellerinin ve nihayet bilimin de sonunun geldiğini iddia ediyorlar. Tarihselciliğin reddi, insanlığın bugünüyle geçmişi ve geleceği arasındaki bağı da koparıyor. Geriye tayin edici olarak "bugün ve şimdi olan" kalıyor.

Kapsayıcı toplum modellerine itiraz ederken, gerçekte insanlığı birleştiren ortak değerlere, görüşlere, ideolojilere, sınıfsal örgütlenmelere, yurttaşlık bağlarına ve hatta ulus devletlere karşı çıkan post-modernistler, sanılanın aksine bunların yerine daha kapsayıcı, birleştirici ve enternasyonalist bir yaklaşım getirmiyorlar. Tam tersine alt kültürlere ve etnisiteye dönüşü savunarak insanlığı daha küçük, birbirinden ayrışmış birimlere doğru iteleyerek ufalıyorlar. Dini, tarikatları, cemaatleri, yerel kültürleri, mezhepleri, etnik farklılıkları öne çıkarıyor ve "özgürlük" projesini, sınıfların varlığını ve taleplerini yok sayarak, söz konusu kesimlerin çıkarlarıyla sınırlıyorlar. Böylece insanların önünde neredeyse tarikatlar ve hemşeri dernekleri dışında örgütlenme alanı bırakılmıyor.

Gerici 'tarihsel blok'

Aslında böylece, yeni emperyalizmin "zamanın ruhu"na uygun olarak mekânı (dünyayı) düzenleme ihtiyacı ve bu ihtiyaca bağlı olarak geliştirilen siyasal operasyonların felsefi-ideolojik arka planı inşa edilmeye çalışılır. Dünyanın kuzeyi büyük emperyalist birlik projeleri yoluyla (AB gibi) bütünleşir ve büyürken, dünyanın güneyi ise her geçen gün kültürel, etnik ve dinsel olarak parçalanır. Kuzeyin sınırları yükseltilir ve dikenli tellerle tahkim edilirken, güneyin sınırları daha şeffaf ve geçirgen hale getirilmek istenir. Böylece, küresel mali sermayenin serbest dolamışının önündeki siyasal, kültürel, sınıfsal, ulusal ve fiziksel engellerin kaldırılması hedeflenir.

Muhafazakârlar, İslamcılar ve liberaller üretim ve emek alanlarını yok sayar. Sadece piyasayı kutsar ve öne çıkarırlar. Ekonomi-siyaset ilişkisini koparır ve birey çıkarlarından ayrı bir toplumsal çıkar ve kamusal hayat bulunmadığı görüşünü ileri sürerler.

Post-modernistler de toplumu maddi temellerinden bağımsız, her şeyi kapsayan kültürel bir olgu olarak ele alırlar. Daha da önemlisi kapitalizm yokmuş gibi davranırlar. Toplumu, ekonomik süreçlerden ve sınıf mücadelelerinden bağımsız, geleneklerin ve yerel kültürlerin belirlediği tüketim ve yaşam tarzı kalıpları içinde değerlendirirler.

Bu görüşlere, burjuva ve küçük burjuva yaşam alanlarında üretilen bireycilik ve hedonizm (hazcılık) eşlik eder. İnsan bir "haz" nesnesi olarak ele alınır ve bireye haz veren her şey "iyi" olarak kabul edilir. Birey için iyi olan ise büyük bir sahtekârlıkla "ortak iyi" diye sunulur.

Post-modernistler ve liberaller devleti sadece şiddet ve araçlarına indirgerler. Vatandaşlık ilkesini ise farklılıkları bastırıcı ve homojenleştirici bir etken olarak görürler. Onun yerine etnik, dinsel, bölgesel farklardan kaynaklanan kimlikleri çıkarırlar.

Muhafazakârlar, liberaller, dinciler ve post-modernist felsefenin izleyicileri arasında, deyim uygunsa, kendiliğinden bir gerici "tarihsel blok" oluşur.

Oysa insanlık, modernitenin doğuşuyla sınıf mücadelesi verdiğinin de bilincine ulaştı. İktidar göklerden yeryüzüne indirildi, insan aklı özgürleşti... Böylece tarihin, toplumların, ekonominin, siyasetin yasalarını bulmaya felsefe ve bilimin gücünü hayata ve doğaya aktarmaya, dahası bütün bu temel alanlarda mücadelenin araçlarını geliştirmeye başladı.

İnsanı geleceksizleştiren ideolojik terör!

Aslında toplumların post-endüstriyel, kültürlerin de post-modern çağa girdikleri yönündeki iddianın ciddi hiçbir temeli yoktur. Önemli hiçbir analize dayanmaz ve sadece bir görüş olarak öne sürülür. Ve bu o kadar çok tekrar eder ki, reel sosyalizmin çözülmesinin de etkisiyle entelektüel planda bir kabule dönüştürülmek istenir.

Post-modernistler, aydınlanma ve moderniteyi eleştirir ama, toplumları da maddi temelleri olmayan kültürel bir kategori olarak gösterir. Bu yaklaşımın kaçınılmaz sonucu olarak modernizm ile kapitalizm arasındaki bağı da koparılır. Böylece post-modernizm, her türlü kapsayıcı kuramı, "ilerlemeci" ve kurucu projeyi reddederken insanlığı da geleceksizleştirir. İnsanı tarih yapan bir özne olmaktan çıkarır.

Dolayısıyla post-modernizm, esas olarak bir Marksizm eleştirisidir. Ancak, bu tavrını genel olarak modernite eleştirisi içinde gizler. Sosyalizmi ve sosyalist kuramı, tıpkı faşizm gibi modernitenin bir ürünü ve totalitarizm türü olarak görür. Her şeyi aynı çuvala doldurmak anlamına gelen ve bilimsel hiçbir temele sahip olmayan bu kaba eşitleme,1990-91'de sosyalist sistemin çözülmesini de modernizmin sonuna gelindiği şeklinde yorumlar. Onlara göre bir çağ ve tarihsel evre olarak modernite kapanmıştır. Dolayısıyla moderniteyle birlikte onun ürünü olan Marksizm'in çağı da kapanmıştır. Artık yapacak bir şey yoktur!

Hepsi budur. Bütün bir çağ, büyük bir tarihsel dönem, örneği bulunmayan bir insanlık deneyimi bu basitlikle açıklanır. Hem de başkaca hiçbir kanıt sunmadan, sadece bu tez ileri sürülür.

Post-modernizm, "büyük anlatılar" dediği bütünsel/kapsayıcı kuram, ideoloji ve projeler ile totalitarizm ve diktatörlükler arasında da doğrudan bağ kurar. Onlara göre totalitarizm ve diktatörlükler işte bu "büyük anlatılar" denilen bütünsel ve kapsayıcı teorilerin ürünüdür. Marksizm ve sosyalizm de "büyük anlatılar" arasında en gelişkin ve sistematik örnek olarak ele alınır. Böylece gerçek amaç ortaya çıkar kapitalizm çaktırmadan değişmez bir sistem olarak kabul edilir. Bu anlamda post-modernizm, teolojik bir sosyalizm eleştirisidir.

Modernitenin devrimci eleştirisi

Sınıflar var olduğu, sınıf mücadelesi sürdüğü, toplumsal eşitsizlik ve sömürü devam ettiği sürece, post-modernist iddiaların kanıtlanması mümkün değildir. Bu nedenle, post-modernizmin aydınlanma ve modernite eleştirisi, tarihsel bağlamından kopuk, maddi temellere dayanmayan, kültürel eksenli ve soyuttur. Kapitalizmi aşmaya yönelik bir yol ve yöntem önermez, onu adeta yok sayar.

Gel gelelim kaba determinist yaklaşımların aksine, biz istemediğimiz taktirde kapitalizm de kendiliğinden yıkılmayacak. Oysa kapitalizm aşılmadan gerçek anlamda modernitenin aşılması da mümkün değil. Bu nedenle (liberaller kusara bakmasınlar ama) moderniteye yönelik ve onu aşma yeteneğine sahip gerçek eleştiriyi ise Marksizm yöneltir. Çünkü kapitalizme yönelik biricik devrimci eleştirinin kaynağı bizatihi Marksizm'in kendisidir.

Ve fakat tarihsel ve kategorik olarak kapitalizmi aşamayan toplumlar "ilerici" bir çözüm üretememenin bedelini felsefi, ideolojik, politik ve toplumsal planda gerici "çözümlerle" öderler. Tarihin bir tür cezasıdır bu. Tıpkı bugün olduğu gibi...