Açılım, gecikme endişesi ve korku

AKP hükümetinin son günlerde bir telaş içinde olduğu ve politik bir gecikmişlik duygusuyla hareket ettiği gözleniyor. Açılım üstüne açılım, reform üstüne reform, düzenleme üstüne düzenleme girişimleri bir birini izliyor. Kürt açılımı, Ermeni açılımı, Alevi açılımı, Kıbrıs açılımı, yargı reformu, Ergenekon soruşturması ve bir süreliğine askıya alındıktan sonra tekrar gündeme getirilen yeni anayasa hazırlığı bu zincirleme hamlenin kritik halkalarını oluşturuyor.

İnsanın aklına ister istemez “Neden şimdi?” sorusu geliyor.

Bu soruya verilebilecek en kestirme yanıt şudur Türkiye tarihsel bir dönüşümün eşiğindedir. Birinci cumhuriyet siyasal ve felsefi olarak sonlandırılmak üzeredir. Tarihsel ve kategorik olarak cumhuriyetin başlangıç ilkeleri, kuruluş varsayımları, değerleri ve ahlakı ile İslam’ın şeriatı arasında bir ortalama alınmak istenmektedir. Bu ortalamanın adı ılımlı İslam’dır ve “demokratikleşme” diye sunulmaktadır.

Öte yandan bu dönüşümün gerçekleştirilmesi için tarihsel bir fırsatın yakalandığı ve şartların uygun olduğu görüşünden hareket eden AKP iktidarı ve Cemaatin, bir tür “zaman geçiyor, fırsat kaçıyor” duygusuna kapıldığı anlaşılmaktadır. Aşağıdan yukarıya doğru toplumun dokusu değiştirilirken, yukarıdan aşağıya doğru da siyasal, hukuki ve iktisadi yapı dönüştürülmektedir. Büyük mesafe alındığı gerçektir. Geniş zamana yayılan, birikimli bir sürecin sonuna gelinmiş gibidir. Ülkenin ve toplumun, bir bakışla 60 yıl, daha kısa dönemli bir değerlendirme ile 7 yıllık kesintisiz iktidar döneminin sağladığı bir olgunlaşma ortamında bulunduğu varsayılmaktadır.

Olgunlaştığı belirtilen bu ortamın en önemli bileşenlerinden biri de hiç kuşkusuz AKP’nin içinde yer aldığı küresel koalisyondur. Başta ABD olmak üzere batılı emperyalist ülkeler ve küresel mali sermaye odakları, neo-liberal politikaların kayıtsız şartsız taşıyıcısı ve uygulayıcısı olan AKP’ye tarihsel değeri yüksek bir destek vermektedir. AKP ise, hem küresel hegemonya mücadelesinin cereyan ettiği bölgede (merkezi Avrasya) hem de ülkede bu desteğin karşılığını fazlasıyla ödemektedir.

İhanetin ve korkunun teorisi

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi baş danışmanı, Yeni Şafak gazetesi yazarı ve AKP milletvekili Doç. Dr. Yalçın Akdoğan, Türkiye’de rejimin İslami yönde dönüştürülmesi için 200 yıldır ilk kez “dış dinamiklerle iç dinamiklerin birbiriyle örtüştüğünü” belirtirken işte bu tarihsel fırsata işaret etmektedir. Akdoğan tam olarak şöyle demektedir:

“Son iki yüzyıl içinde ilk defa iç dinamiklerle dış dinamikler örtüşmektedir. TBMM’de büyük bir çoğunluğa sahip AKP hükümetinin talepleri ile Batı’nın talepleri birbirini tutmaktadır. AKP’yi iktidara getiren kitlelerin talepleri ile ABD’nin ve AB’nin talepleri aynı çizgide birleşmiştir. 19. Yüzyılın ilk yarısında Avrupa’nın Islahat (reform) talepleri (dış dinamik), iç taleple (iç dinamik) örtüşmüyordu. Şimdi ise bugüne kadar görülmemiş bir yapılanma ortamı AKP ile söz konusu oldu. Bu defa halkın istekleri ile Batı’nın istekleri birleşmiştir.” (Akt. Merdan Yanardağ, Bir ABD Projesi Olarak AKP, Siyah Beyaz Yayınları, Mayıs 2007 İstanbul, s. 24)

İnanılır gibi değil ama rejimin İslami temelde köklü bir dönüşme uğratılması için emperyalizmle işbirliği yapılması, bir tarihsel fırsat olgusunun da altı özellikle çizilerek ilk kez böyle bir açıklık ve fütursuzlukla ifade ediliyor. Dahası bu tarihsel fırsat “durumu” teorik olarak ilk kez açıkça gerekçelendiriliyor.

Ancak tam da burada mim konulması gereken bir başka durum daha var eğer bu “tarihsel fırsat” kaçırılırsa bir daha yakalanamayacağı yönünde bir korkunun da giderek büyüdüğü anlaşılıyor.

Siyasal ve sosyolojik bir yasadır devrimler ve karşı devrimler güçlü karşıtlar yaratarak ilerler. Ve bu karşıtlar yenilgiye uğratılmadan amaca ulaşmak mümkün değildir. Durmak yenilmek demektir. Türkiye’de olan da budur. AKP ve Cemaatte geç kalmışlık endişesini ve korkuyu yaratan da bu durumdur.

Cumhuriyetçi-laik muhalefetin yenilgisi

Bu nedenle AKP, direniş eğilimindeki örgütlü ve örgütsüz güçleri ve toplum kesimlerini bir yandan ürkütmemeye çalışmakta, rejimin esasının değişmeyeceği konusunda ikna etmeye uğraşmakta ve yaşananların aslında bir “demokratikleşmeden” ibaret olduğu tezini işlemektedir. Diğer yandan da siyasal şiddet kullanarak (Ergenekon operasyonu gibi) toplumu terörize etmekte ve muhalefeti ezmeye yönelmektedir.

Daha açık bir anlatımla iktidar ve Cemaat, muhalefeti ezmek için polis ve adliye üzerinden siyasal ve hukuki şiddet uygularken yandaş, yanaşma ve İslami medya üzerinden de yoğun bir ideolojik şiddeti sürdürmektedir.

Bugün gerici dönüşüm operasyonuna muhalefet eden en önemli güç Kemalist bir restorasyon programının ötesine geçemeyen cumhuriyetçi-laik çevrelerdir. Mevcut olanı (statükoyu) koruma çizgisine kadar gerileyen cumhuriyetçi-laik muhalefet, küresel sermaye destekli muhafazakâr-liberal ittifak tarafından yenilgiye uğratılmıştır. İkinci güç ise sol’dur. Ancak sol’un fazlasıyla kafasının karışık olduğu da açıktır. Bir bölümüyle liberalizmin etkisine giren ve AKP politikalarının arkasından sürüklenen, bir bölümüyle de milliyetçiliğin çekim alanına kapılan sol, şimdilik önemli bir muhalefet gücü olmaktan uzaktır. Muhalefet imkânına sahip olan sol ise sadece ve sadece devrimci ve sosyalist sol’dur.

Türkiye’nin İslami çizgide dönüşümünün gerçekleştirilmesi için tarihinden gelen bütün yüklerinden kurtulması da gerekmektedir. Çünkü küresel sermayenin ve emperyalist ülkelerin tam desteğinin sürdürülmesi bu ölçekte bir dönüşüm için zorunludur. Hükümet olduğu tarihten itibaren adım adım iktidar alanını genişletme stratejisi izleyen AKP, içeride eksik olan iktidar kudretini Batı’ya yaslanarak tamamlamaktadır.

Kürtleri ve Alevileri yedekleme hamlesi

Kürt açılımı Irak’tan çekilme hazırlığı yapan ABD’nin bu ülkede ortaya çıkacak boşluğu Türkiye’nin katkısıyla doldurma ve bu yolla Irak üzerindeki kontrolünü işgal sonrasında da sürdürme amacından bağımsız değerlendirilemez. Dolayısıyla Türkiye’nin Kürt sorununu “bir şekilde” çözmesi, Irak hükümeti ve Irak Kürdistan’ı Yönetimi ile işbirliği yapabilmesi için uygun koşulların yaratılması gerekiyor. Bunun için en uygun çözüm gerici çözümdür.

Diğer taraftan bu çözümün, Türkiye’nin bazı “hassasiyetlerini” de gözetmekle birlikte, Bölge ve Türkiye üzerindeki ABD kontrolünü sarsmadan geliştirilmesi gerekiyor. Başka bir anlatımla, Türkiye’de kontrolsüz bir “demokratikleşme” dalgası yaratmadan, Irak’ta “istikrar”ı bozmadan ve nihayet İsrail’i zor durumda bırakmadan bir çözümün üretilmesi amaçlanmaktadır.

Ayrıca Kürt açılımı, söz konusu İslami dönüşüme karşı direnme potansiyeline sahip çok önemli bir toplumsal gücü yedekleme, en azından etkisizleştirme girişimi diye de okunabilir.

Aynı amaç Alevi açılımı diye kodlanan politika için de söz konusudur. Hükümet Alevi açılımı ile bu toplum kesiminden gelecek laik-aydınlanmacı direnişi pasifize etmeyi hedeflemektedir.

Ermeni ve Kıbrıs açılımlarını da bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. Batı’nın tarihsel ve daha çok kültürel bağlarının bulunduğu Ermeni ve Rumlarla Ankara arasındaki sorunların çözülmesi çok demokratik gerekçelerle talep edilmektedir. Oysa bu sorunların “bir şekilde çözülmesi” hem Türkiye’nin bölgede kazandığı ve kabul edilebilir sınırları aşan gücünü sınırlayıp geriye çekecektir –ki bu durum daha kontrol edilebilir bir ülke demektir- hem de gezegenin kırmızı bölgesinde başta ABD olmak üzere Batı için ilk kez ve görece istikrarlı bir coğrafya yaratacaktır. Bu durum Soğuk Savaş sonrasında bölgede oluşturulmak istenen yeni düzenin en önemli etaplarından biridir.

Devleti ele geçirmenin son etabı

Yargı reformu diye sunulan ve yüksek yargı organlarını denetlemeyi hedefleyen girişim, devletin tam olarak ele geçirilmesi hamlesinin stratejik bir aşamasıdır. Bu yasa ile –ki anayasa değişikliği de gerektirmektedir- Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu kısa vadede ve hızla hükümetin denetimine sokacak, uzun vadede de tıpkı TUBİTAK gibi kendi kendisinden beslenen gerici bir düzenek oluşturulacaktır. Böylece zaten çok sınırlı olan “yargı bağımsızlığı” da ortadan kaldırılacaktır.

Yargıya yönelik bu operasyona karşı liberallerin bir itirazı var mıdır bilmiyoruz. Çünkü henüz duymadık. Örneğin Taraf gazetesine bakılırsa Türkiye’nin “Yüzyıllık yalnızlığı yakında bitecek” ve her şey daha “demokratik” olacak. Bu gazetenin 3 Eylül 2009 tarihli sayısının manşeti böyle diyor… Birinci sayfadaki spotları da şöyle:

“Cumhuriyet’in kurulmasından beri ‘inkâr’ politikasıyla unutturulmaya çalışılan pek çok konuda hükümet, Avrupa Birliği perspektifinde çok ciddi adımlar atıyor. Kürt açılımı sürerken, Ermenistan ile sürpriz anlaşma gündeme geldi. Kıbrıs ile Ruhban Okulu da sırada.

“Türk politikasındaki baş döndürücü hız, ekim ayında yayımlanacak AB İlerleme Raporu taslağını da etkiledi. Taslakta Kürt açılımına vurgu yapıldı. AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Rehn, ‘Umarım demokratik açılım somut eylemlerle sonuçlanır’ dedi.” (Taraf, 3 Eylül 2009)

İşte sorgusuz sualsiz destek ve “ideolojik habercilik” böyle olur. Liberal solculuk gerçekten “baş döndürücü” bir hızla ilerliyor.

Durum ciddi. Tarihsel ve gerçek anlamda bir iktidar değişikliğine servetin el değişimi de eklenince durumun ciddiyeti daha da artıyor. Gelgelelim durum ciddi ama henüz iş bitmiş de değil. AKP ve Cemaat de bir bakıma bu durumdan, yani kendi başarılarını kesin zafere dönüştürememekten endişe ediyorlar. Çünkü bu fırsatı kaçırırlarsa defterlerinin dürüleceğinden korkuyorlar.

Korkularının yersiz olduğu söylenemez. Ancak burada önemli olan şey defterlerinin dürülmesi değil, bu defterin kimin tarafından dürüleceğidir.