Ve sonra Bedreddin huruç eyledi

Fasıla-i Saltanat demiştik.

Devamı var...

Şimdi isyan iklimindeyiz. Timarlı sipahilere, büyük toprak sahibi beylere, kadılara karşı Müslüman, Hıristiyan, Yahudi her dinden ve milletten topraksız köylüler ve dahi esnaf takımı ile “zındık” ilan edilen Kızılbaşlar ve Türkmen Aleviler Aydın’da, Manisa’da, Rumeli’de isyan hazırlığındadır. İznik Gölü’nün kıyısında, boynunda Padişah Mehmed’in sürgün fermanı olduğu halde bir kılıç gibi dikilen ihtiyar Simavna Kadısıoğlu derler, Bedreddin’dir. Tarihler 1414’ü işaret etmektedir.

Yuvarlak beş yüz desek beş yüz sene sonra, dalgaların dövdüğü yüksek kalın kale surlarıyla çevrili, denizin sadece ufuk çizgisinde görülebildiği mahpushanenin izbe taş koğuşunda, Mehemmed Şerafeddin Efendi’nin Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin adlı risalesini okumakta olan büyük ozanımızın, sıra Bizanslı tarihçi Dukas’ın tanıklığına geldiğinde, şu satırların altını sabit kalemle çizdiğini tahmin edebiliyoruz: “O zamanlarda İonia körfezi girişinde, halk dilinde Karaburun adı verilen dağlık memlekette bayağı bir Türk köylüsü ortaya çıktı. Adı geçen köylü, Türklere vaaz ve öğütlerde bulunuyor kadınlar dışında olmak üzere yiyecekler, giyecekler, evcil hayvanlar ve arazi gibi şeylerin tümünün ortak mal kabul edilmesini öneriyordu. Bu köylü aşağı tabakadan halkı bu çeşit sözleriyle kendi tarafına çekip kazandıktan sonra Hıristiyanlarla da dostluk kurmaya başlamıştır. Köylünün bütün düşünce arkadaşları, rastladıkları Hıristiyanlara dostça davranıyor ve ona Tanrı tarafından gönderilmiş, yani peygamber gibi saygı gösteriyorlardı.”

Okumakta olduğu risaleyi bir köşeye bırakan büyük ozan, başını kaldırdığında, ister inanın ister inanmayın, surların tepesindeki kalın demirli pencerede Bedreddin’in halifesi Börklüce Mustafa’nın dervişlerinden birini görecektir. İnanırım, gördüğünden şu kadar olsun kuşku duymuyorum, görmüştür. Varın siz şuna da inanmayın ozanımız, aynı gece dervişin rehberliğinde uçup Bursa üzerinden İznik Gölü’nün kıyısına varacak Türkmen Alevi’si Börklüce Mustafa’yla, Yahudi milletinden Torlak Kemal’i bindikleri atların yelelerine yapışmış, “dizlerinde çırılçıplak birer kılıç”, rüzgâr gibi İznik’ten çıktıklarını görecektir. Heybelerinde el yazma bir kitap: Adı Varidat...

Börklüce Aydın Karaburun’da, Torlak aynı günlerde Manisa’da huruç eyleyeceklerdir zalimlere karşı.

İ. Hakkı Uzunçarşılı’nın Osmanlı Tarihi’nde Bedreddin’in Börklüce’nin ayaklanmasının ardından İznik’ten ayrılarak Rumeli’ye geçtiğini Silistre, Dobruca üstünden Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Deliorman’a eriştiğini yazar. Aydın’da Börklüce Mustafa, Manisa’da Torlak Kemal üzerlerine salınan orduları bozunca bu defa Padişah Çelebi Mehmed “üç tuğlu” paşa vezir-i azam ve beylerbeyi, özetçe, bütün unvanları şahsında toplamış Bayezid ile oğlu şehzade Murad’ı büyük bir orduyla salacaktır huruç eyleyenlerin üstüne.

Ve not düşecektir tarih baba: “Mübalağa cenk olundu!”

Börklüce’nin keçe-külah dervişleri ekin misali biçilir. Gönlü Padişahtan yana akan tarihçi Uzunçarşılı şöyle sürdürür: “...Bayezid Paşa, teslim olanları Ayasaluğ’a getirdi, sorguya çekti ve işin başını anladı, asiler Dede Sultan Börklüce’nin gözü önünde boğazlandı bunlar ölürlerken ‘Yetiş Dede Sultan’ diye bağırıyorlardı... Dede Sultan elleri tahtaya mıhlanmış bir surette deve üzerine konulup şehirde teşhir edildikten sonra katledildi...” Ardından Manisa... “Oradaki dahi Alevi kıyamı bastırılır”, Torlak Kemal asılır.

Ozan aklı, başka türlü görür. Gördüğünü de başka türlü dillendirir. “Karaburun mağluplarının” sonunu yazarken ozanımız, ilkin, sağ kalıp esir alınan iki bin âsi adama ve çarmıha çivilenmiş Börklüce Mustafa’ya yüreğini çevirir:

“Satırı çaldı cellât / Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi / yeşil bir daldan düşen elmalar gibi birbiri ardınca düştü başlar / Ve her baş düşerken yere, çarmıhtan Mustafa baktı son defa / Ve her yere düşen başın kılı depremedi: İriş Dede Sultan iriş dedi bir / başka bir söz demedi...”

...Ve sonra Şeyh Bedreddin.

İ. H. Uzunçarşılı, isyana tanıklık eden saray yazıcısı Aşık­paşazade’nin kendi adıyla anılan kitabına gönderme yaparak Bedreddin’in bu başkaldırı girişiminin “İslamiyete uygun olup olmadığı ve cezasının ne olması lâzım geleceği alimlerden sorulduğunu” yazdıktan sonra devam eder: “(...) Mevlana Haydar, bu mesele üzerinde Bedreddin ile ilmi münakaşa yaptı ve nihayet cemiyet nizamını bozmaya çalışan Bedreddin’i ilzam etti ve vermiş olduğu fetva üzerine -ki rivayete göre Bedreddin’in kendisi de bunu kabul etmişti- Bedreddin Serez pazarında bir dükkânın önünde asıldı...” (Cilt:1.s,365)

Ozan milletinin yüreği tutuşkandır. Nâzım yazar:

“...Bedreddin gülümsedi / Aydınlandı içi gözlerinin / Dedi: mademki bu kere mağlubuz netsek, neylesek zaid / Gayrı uzatman sözü / Mademki fetva bize aid verin basak bağrına mührümüzü...”

Sonrası:

Yağmur çiseliyor / Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir / Ve yağmurda ıslanan / yapraksız bir dalda sallanan şeyhimin çırılçıplak etidir...”

Nâzım Hikmet, büyük ozanımız, “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı” adını verdiği bu uzun destana bir “zeyl” yazar mahpushanede. Nazım’ın “ek” olarak yazdığı, mahpuslardan birinin dedesinden aktardığıdır. Ama yalan ama doğru, ama Bizanslı “kefere” Dukas’tan mülhemdir bilinmez, şöyle bitirir zeylnameyi: “İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddin’in ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte (...) Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir diyoruz...” Tam burada mahpus susar. Doğrulur, tekrar oturur ve sürdürür konuşmasını kaldığı yerden: “Dedem, Bedreddin’in geleceğine inandı mı, inanmadı mı bilmiyorum. Ben, dokuz yaşımda buna inandım, otuz bu kadar yaşımda yine inanıyorum.”

Söz aramızda... Ben de!