Osmanlı’nın ünlü rüşvetçileri ve Vaka-i Vakvakiye

Şekerpare Hatun’un dairesinde yapılan aramada 16 sandık dolusu -ayakkabı kutusu değil sandık- çeşitli kıymette mücevherat bulununca Padişah İbrahim’in feryadı dağı taşı tutmuştur: “Hay kafir kahpe! Bana akşam ekmek alacak akçem yoktur deyu yemin ederdi…”

Peçevi Tarihi’nde Rüstem’in ölümü pek acıklı anlatılır. Cırcır olup yatağa düştükten sonra ipek yorganları, kuş tüyü yastıkları parçalayarak, bu arada altına kaçırmayı da ihmal etmeyerek öldüğünü okuruz koskoca Kanuni Sultan Süleyman’ın damadının. Belli ki sözü, sazı en yüksek katlarda kabul gören, temsil, Hocaefendi türünden, birinin bedduasına gelmiş. Önce kolu bacağı “çönt” olmuş, ardından da bütün bedenine “nüzul” inmiş. Her canlı gibi ölümü tatmak üzere, gidiş o gidiş… Tamam gitsin de geriye bıraktığı malvarlığı, Süleyman’ı bile yerinden hoplatmış. Bence de hoplamasına ve “Yemiş, birmiş beni deyyus” diye söylenmesine hak vermemek elde değil. Tamam, bir insanın, Bakan bile olsa, evet bu Başbakan ama, yine de 815 çiftliği olur mu Allah billah aşkına! Peki, şunlara ne demeli ve sadece bir bölümü: 780 bin adet Duka altını, 500 adet murassa altınlı eyer, bir o kadar gümüş eyer, bin 500 adet gümüş tolga, küçük bir orduyu donatacak kadar at, deve, vs. Öldüğünde değil daha sağlığında adama “mani” düzülmüş: “Olacak bir kişinin bahtı kavi talihi var, kehlesi (biti) dahi mahallinde anın işe yarar...”

Rüstem Paşa’nın rüşvet tarihindeki yeri başköşedir. Bunu kabul ederim ama Hasan da fena değildir. Araya şunu sıkıştırmama izin verin: Bu Osmanlı tarih anlatıcıları, vakanüvisler, bir alem oluyor. Devlet adamlarının had safhada özellerine girip, o “özel” olanla adlandırmayı bir marifet sayıyorlar! Alın işte Hasan Paşa... Doğruya doğru adamcağız hadım olmaya hadım da vakanüvislerin adamın adının başına “Hadım”ı getirerek bu bilginin nesilden nesile aktarılmasına vesile olmaları ne dereceye kadar “ahlaki” doğrusu anlamakta güçlük çekiyorum.

Başa dönecek olursak, Hadım Hasan Paşa’da fena değildir. Kendilerinin günümüz rüşvetçileriyle çakışan yanları çoktur. Yalansam şuradan şuraya kalkmayayım, bu da “liste” tutuyor. Listede tarih ve karşılarında rakamlar var. Şu kadar Duka altın, şu kadar flori ya da akçe…Saat yok. Akçe de az, malum 17’inci yüzyılın başındayız ve akçe rüşvet olarak pek itibar görmüyor. Alaşımındaki gümüş miktarı zerre seviyesine düştüğünden bu tür alışverişlerde hükümsüz ilan edilmiş akçe. Meyhanecilerin bu akçe “züyuftur” deyip bir bardak şarap bile vermedikleri dönemlerden geçiliyor… Ve Hasan… Hasan aldıklarını, taşıması ve istifi kolay ayakkabı kutusu benzeri “çekmece” tabir edilen Maraş içi küçük sandıkçıklarda saklıyor. Hadım Hasan Paşa bir yandan alırken, bir yandan da veriyor. Dikkatinize sunmak isterim herkesten, küçük, büyük esnaf takımından alıyor. Bunların dışında en büyük gelir kaynağını kendisinden önceki sadrazamların tayin ettiği makam sahiplerini kovaladıktan sonra, boşalan koltukları satmaktan sağlıyor. Döngünün aksamaması için de gelirinin bir bölümünü, “sus payı” olarak Padişah 3’üncü Mehmet’in annesi Valide Sultan Safiye’ye veriyor. Zavallı Hasan’ın sonunu getiren de bu oluyor. Hadım Hasan’ın burasına gelmiş olmalı, “Valide Sultan beni takside bağlamıştır” lafını ağzından kaçırıyor. Olan oluyor. Padişah 3’üncü Mehmet’in, pek sevdiği anasına uzanan bu dili kestirdiği rivayet edilir. Ardından da hırsını alamayıp kellesini aldırmıştır, ki bu rivayetten öte gayet sahihtir. Tarihçiler arasında bu konuda ihtilaf yoktur. Temsil, tarihçi Necdet Sakaoğlu, “Bu Mülkün Sultanları”nda Sultan 3’üncü Mehmet’e ayırdığı sayfalarda şunları yazar: “Şeyhülislam Bostanzade Mehmed Efendi’yle görüşen 3’üncü Mehmed, Hadım Hasan Paşa’yı azledip bir hafta sonra Yedikule’de boğdurttu. 8 Nisan 1598’de Cerrah Mehmed Paşa sadrazam oldu. Hasan Paşa’nın idamına, Safiye Sultan’ı rüşvet almakla suçlar tarzda, ‘Valide Sultan beni takside bağlamıştır’ demesi neden gösterildi.” Rüşvetçi Hadım Hasan böylece kâh orası, kâh burası, en sonunda da kafası kesilerek bu dünyadan göçü temin edilmiştir.

Bitirirken, gelelim başlıktaki “vakvak” vakasına...

Sultan İbrahim döneminde çok kısa bir süre sadrazamlık yapmış olan Ahmet Paşa’nın gayet rüşvetçi biri olduğu konusunda tarih yazıcıları hemfikirdir. Ancak devir Sultan İbrahim devridir ve rüşvet “zamanın ruhunun mütemmim cüzüdür”. Temsil, haremden Şekerpare Hatun’un şimdi burada anlatılması gereksiz bir nedenden ötürü saraydan atılması üzerine dairesinde yapılan aramada 16 sandık dolusu, ayakkabı kutusu değil sandık, çeşitli kıymette mücevherat, duka altın ve florin bulununca Padişah İbrahim’in feryadı dağı taşı tutmuştur. Bu arada sarf ettiği sözleri merak etmez misiniz? Peki, madem merak ettiniz tarihçi Necdet Sakaoğlu’nun, “Bu Mülkün Sultanları’ndan aktarıyorum: “Hay kafir kahpe! Bana akşam ekmek alacak akçem yoktur deyu yemin ederdi…”

Rüşvetin Harem Dairesi’ne kadar sızdığı bir dönemde Ahmet Paşa ve şebekesinin eli kolu bağlı kalacak değil ya! Kalmıyor. Döneme tanıklık etmiş olan Mehmet Halife’nin yazmış olduğu “Tarih-i Gılmani”den Veziriazam Ahmet Paşa’nın İstanbul’un esnaf ve tacir takımını feryat ettirdiğini, bu arada çeşitli semtlerde köşkler, yalılar yaptırdığını şu anda ilgisiz gelebilir ama birazdan ilgi kuracağız, kendisinin de süratle şişmanladığını öğreniyoruz. Ahmet Paşa’nın zulmünden bıkan İstanbul halkının ve tacir taifesinin ayaklanması üzerine çareyi kaçmakta bulan Ahmet Paşa yakalanıp, yeni sadrazam olarak atanan Sofu Mehmet Paşa’nın önüne atılıyor… Okuduklarımıza göre cesedini bir beygire bağlamışlar. Cennetlik olasıca şişman ve yağlı olduğu için -“ilgi” tam burada- bazı kişiler “Yağlı et mafsal ağrılarına şifadır” diyerek cesetten kopardıklarını kuşbaşı, yazarken bile insanın içi kaldırmıyor, doğrayıp sahanlara doldurduktan sonra yeniçeri adımlarıyla savuşup dağılıyorlar. Öldükten sonra lakap takılan ilk ve tek sadrazam Ahmet Paşa’dır. Zavallıcık tarihe “Bin parça” anlamına gelen Hezarpare Ahmet Paşa olarak geçiyor. Parçalanan gövdeden geriye kalan kafa, diğer rüşvetçilerin de kafalarının asıldığı çınar ağacına asılacaktır.

İşte yazının başlığında yer alan ve mitolojide meyveleri insan kafası olarak geçen ağaca bir “gönderme” olarak bu çınar ağacına Vakvak ağacı yaşanılan bu olaya da Vaka-i Vakvakiye denmiştir. Bir söylentiye göre de rüzgarda birbirine çarpan kafaların çıkardığı sesin, artık nasıl bir şeyse, bu adlandırmaya esin kaynağı olduğu söylenir. Bu kadar. Aman ha, günümüzün rüşvetçileri ürkmesinler, haşa, bu yöntem tarihe karışmıştır.