Ekonomi Nereden Nereye?

AKP iktidarı on yılını tamamlamak üzere. Ekonomik bir bilançoyu, dönemi ikiye ayırarak yapabiliyoruz. (1) 2003-2006: AKP’nin “birinci lâle devri”. (2) 2007-2012: Öncesi ve sonrasıyla krizli yıllar. Kuşbakışı bir gezinti yapalım ve biriken sorunlara değinelim.

Uluslararası krizin arifesine (2007’ye) kadar hızla büyüyen ekonomi, 2008’de durgunlaştı kriz dalgasından şiddetle etkilendi ve 2009’da küçüldü. Ardından iki yıllık hızlı bir canlanma, büyüme sürecine geçti. Bu “ikinci lâle devri”nin barutu da hızla tükendi. 2012’nin ilk altı ayının milli gelir tahminleri, ekonominin yeniden durgunlaştığını ortaya koydu.

Milli gelir verilerinin eğilimi (trend) hesaplandığında, ortalama büyüme hızı AKP’li yılların (2003-2011’in) tümü için yüzde 4.7 “birinci lâle devri” için yüzde 7.8 2007-2011 için yüzde 2.7 olarak belirlenmektedir. 2012 öngörülerini de ekleyiniz. Bu sonuncu oranın değişmeyeceği anlaşılmaktadır.

Nereden nereye gidiyoruz? Birikmiş ekonomik sorunlarımız nelerdir? Yakın geçmişe bakalım ve beş önemli saptama yapalım.

***
1. Büyüme süreci dış kaynak hareketlerine bağımlıdır.

“Birinci lâle devri”nin yüksek büyüme hızları, neredeyse her yıl kesintisiz olarak artan dış kaynak hareketleri ile bağlantılıdır. 2007’de yabancı sermaye girişleri yüksek (elli milyar doları aşkın) bir platforma oturmuştur. Ekim 2008-Ekim 2009 arasında ise sıcak para kaçışları ve dış borç anapara ödemeleri nedeniyle, yabancı sermaye net çıkış göstermiş bu olgu ekonomiyi bunalıma sürüklemiştir. Batı’da hızla artan likiditenin Türkiye ekonomisine taşan öğeleri sayesinde 2010/2011’in “ikinci lâle devri” yaşanmıştır. Ta ki, Avro Bölgesi’nin krizi, uluslararası sermaye hareketlerini yeniden törpülesin...

2. Belli bir büyüme hızı, giderek artan oranlarda cari açık yaratmaktadır.

Türkiye ekonomisinin dış açık verme eğilimi giderek artmaktadır. Yakın geçmişten çarpıcı bir örnek verelim: 2005 ve 2011’de ekonomi kabaca aynı oranda (yüzde 8.5 civarında) büyümüş buna karşılık altı yıllık bir ara sonunda cari işlem açığının (dolarlı) milli gelire oranı yüzde 4.6’dan yüzde 10’a çıkmıştır. İsterseniz aynı karşılaştırmayı 1990’lı yıllarla 2000 sonrası arasında yapınız sonuç değişmeyecektir: Belli büyüme hızlarının yol açtığı dış açık oranları tırmanmaktadır. Öyle ki Türkiye tarihinde ilk kez ekonominin küçüldüğü bir yılda (2009’da) dahi dış açık gerçekleşmiş 14 milyar dolara ulaşmıştır. Dış bağımlılığın ağırlaşması söz konusudur.

3. Sanayi sektörünün ve ihracatın ithalat bağımlılığı da ağırlaşmaktadır.

Cari işlem açıklarındaki artış eğilimi, ithalat bağımlılığını, ithal girdi oranlarını yükselterek üretim düzlemine yansımaktadır. Bu nedenle sanayi üretimi ve ihracat arttıkça ülke dışına giderek artan oranlarda katma değer ve istihdam taşınmaktadır.

4. Artan dış kaynak girişleri, sermaye birikimini değil, tüketimi beslemiştir.

Neoliberalizmin tutkunlarına sorarsanız, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi yabancı sermaye girişlerini artıracak ulusal tasarruflardaki yetersizlik böylece telâfi edilecek bu sayede sermaye birikimi de yukarı çekilecektir. Türkiye bulguları bu iyimser beklentileri desteklememiştir. Milli gelirin özel tüketime ayrılan oranı, 1998 ile 2011 arasında (cari fiyatlarla) yüzde 66.5’ten yüzde 71.2’ye çıkmış sermaye birikim oranı ise yüzde 22.9’dan yüzde 21.7’ye düşmüştür. Kısacası, artan dış kaynaklar özel tasarruflara eklenmemiş tam aksine onların aşınmasına yol açmıştır.

5. Dış borçlanma ve kısa vadeli borçların payı tırmanmaktadır.

2009 krizi öncesinde, büyüme ivmesini besleyen yabancı sermaye girişlerinin yüzde 50-60’ı dış borç yaratan öğelerden oluşuyordu. Kriz sonrasında bu oran tırmanmış 2012’nin ilk altı ayında yüzde 73’ü aşmış toplamda 318 milyar dolara ulaşmıştır. Özel sektörün tasarruf yetersizliği (açığı), dış borçlanmayla, daha da kötüsü artan oranlarda kısa vadeli borçlarla telâfi edilmektedir.

Türkiye dış borçlarını rahat döndürebilecek midir? Büyümenin gerektirdiği (ve giderek artan) dış kaynaklar kesintisiz sağlanabilecek midir? Bu soruları irdeleyen finans çevreleri önce kısa vadeli dış borçların artış temposuna bakarlar sonra da bunların düzeyini, resmî (Merkez Bankası’nın) rezervleriyle karşılaştırırlar. 2007’de kısa vadeli dış borçların payı, toplamın yüzde 17.2’sini oluşturuyordu. Bu oran, Haziran 2012’de yüzde 28.4’e ulaşmıştı. Kısa vadeli borçların rezervlere oranı ise 2007’de yüzde 60 civarında iken, geçen yıl kritik eşik olan yüzde 100’ü Haziran 2012’de ise yüzde 120’yi aşmıştır. Bu nedenle, uluslararası finansal sistemin artan istikrarsızlığı, Türkiye’yi yönetenlerin de tedirginliğini artırmaktadır.

***

AKP hükümeti bu sorunları algılamaktadır fakat bunların karşısında çaresiz kalmaktadır.

En çok “cari açık sorunu”nun sözünü etmekte ancak buna karşı (“yumuşak iniş” söylemi ile hafifletilmeye çalışılan) durgunlaşma dışında hiçbir çare düşünememektedir. Bu sorunla bağlantılı olan ve yukarıda vurguladığımız yapısal/dışsal çarpıklıklar ise, tamamen gözardı edilmektedir. Neoliberal modelle hesaplaşmayı göze almadıkça bu alanlarda mesafe alınamaz.

Bu çaresizliği gizlemek için, ekonomik tartışmalar, kamu açığı ve enflasyon öğelerinden oluşan dar bir aralık içinde sıkıştırılmıştır. Türkiye halkının gönenci ile bağlantılı olmayan bu gündemin içinde kalmak, zaman sarfıdır o kadar...