Ortadoğu'da devrim filan yok!

Örgütsüz bir halkın, çok değil bir hafta, on gün içinde neler yapabildiğini görmek… İyi gelmiş olabilir.

Tutarlılık ve derinlikten yoksun olsalar da, birbirlerinden farklı ideolojik kulvarlarda yürüyen siyasi aktörlerin ortak bir amaç için bir araya gelmesine tanık olmak… "Mümkün işte" dedirtebilir.

Devrimci bir önderliğin yokluğunun halk kitlelerinin kararlılığı ve kitleselliğiyle telafi edilebileceğini düşünmek… İyimserlik yaratabilir.

Kamucu kültürü alabildiğine zayıf bazı İslam ülkelerinde kitlelerin tarihsel kalkışmalara imza atmasını "önyargı"lı değerlendirmelere atılmış bir tokat gibi algılamak… Rahatlatır mutlaka.

Evet, kendinizi daha iyi hissedebilir, yeni bir devrimci dönemin açılmakta olduğuna inanabilir, hayatın teoriden çok daha zengin olmasına bir kez daha şükredebilirsiniz.

Ama gerçekler orta yerde duruyor.

Bundan on gün önce Ortadoğu'daki gelişmeler için "devrimleri çalınan devrimler" diye yazmıştım, şimdi daha açık ve cesur olma zamanı geldi.

İleride, 2011 başlarında Arap ülkeleri için "devrimci bir dönem açılmıştı" saptaması yapılmayacak, yapılamayacak!

Ortadoğu'da emperyalizm açısından "sürdürülebilir olmaktan çıkan" düzen yeniden yapılandırılıyor. Bu sürecin beş günlük, on günlük, bir aylık safhalarına bakarak algılanması neredeyse imkansız.

Yoksul halk kitlelerinin zalimlere ve diktatörlere karşı ayaklanışına ve bu ayaklanmanın ardındaki özgürlük, demokrasi arayışına, insanların yoksulluğa ve eşitsizliğe dönük öfkesine sahip çıkmadan yapamayız. Kahire sokaklarında cellatların kılıcına, kırbacına bağrını açarak direnenlerin boyun eğmeyen insanı simgelediklerinden emin olarak…

Öte yandan, pandoranın kutusunu neyin açtığını merak etmek de gerekiyor.

Halk kitleleri kapağı kaldırdı. Peki kapağın yıllara meydan okuyan paslı kilidini kim açtı?

Mübarek ve Bin Ali'yi emperyalistler neden korumasız bıraktı?

Korunamaz olduklarını gördüler. Korunmalarının gerekmediğini anladılar. Yeni bir Ortadoğu kurulmasının önünde engel olduklarına ikna oldular. Fazla bir şey kaybetmeyeceklerinden emin, harekete geçtiler.

Mısır ve Tunus'ta emperyalistler de, kapitalizm de hiçbir şey kaybetmedi.

Emperyalistlerin ve kapitalizmin hiçbir şey kaybetmediği bir gelişmeden hayır gelmez.

Üstelik, emperyalistler ve kapitalizmin kazanabileceği bir sürecin önü açıldı.

Ortadoğu'daki dinamikleri çoğunlukla "mış gibi"lerle zenginleştiren gazeteci Hüsnü Mahalli, bu kez ihtiyatlı davranarak, bütün olup bitenleri "uyumlu İslam"ın yaratılmak istenmesiyle ilişkilendirdi. Haklıdır. "Ekonomik anlamda bireyci, egoist ve inanç itibarıyla kaderci vatandaş, bundan ne hayır gelir? İkisinin toplamı Batı için uyumlu olmaktır. Uyumlu vatandaş. Bakın dikkat edin, ılımlı demiyorum, uyumlu. Dolayısıyla sen, kafa yapın itibarıyla kapitalistsin, ama ideolojik olarak kadercilik itibarıyla uyumlusun" derken çok haklıdır.

Arap halklarının ayağa kalkışının arkasına sığınarak analiz yapamayız. Bunu "Avrupa solu" yapabilir, "emperyalist sızıntı" genlerinde tahribat yaratmıştır bunu bölgeye uzak coğrafyaların bazı aydınları, liderleri yapabilir, oralardan öyle görünüyordur, öyle görmek işlerine geliyordur ama biz yapamayız.

BOP olmadı, şimdi başka bir şeyi deniyorlar. Tutar mı sorusuna, "tutmaması için şimdilik bir neden yok" yanıtını verebiliriz.

Türkiye'de "şimdilik" tuttu. Evet, artık bellidir, işe Türkiye'de başladılar, Türkiye'de tuttuğunu gördüler. Şimdi daha cesurlar. Türkiye'de olanlara "hayırhah" bakanlar, Mısır ve Tunus'ta halkın göz kamaştırıcı kalkışmasından hayda hayda devrimcilik üretirler. Oysa, emperyalizm uzun süredir teklediği bir coğrafyaya yeniden müdahale ediyor, bugün için söylenecek temel gerçek bu.

ABD ve Avrupalı emperyalistlerin "fırsat"ı değerlendirmeye, gelişmelere yön vermeye çalıştıklarını söylemek bence artık yetersizdir. Bu coğrafyada kilidi açmak yeterlidir ve/ama belirleyici bir işlemdir.

Türkiye'de de bu kilidi açmışlardı. 12 Eylül ve Özal'ı yaşayan toplumun pandora kutusundan çıktığında "kapitalist cumhuriyet"in cumhuriyet kısmıyla hesaplaşacağından emin olduklarında kilidi açıp yılların müttefiki TSK'yı orta yerde bırakmışlardı. Sermaye diktatörlüğü kendini sağlama aldı, cumhuriyet tasfiye edildi.

Burada başka türlü, Mübarek'in diktatörlüğünde başka türlü…

Ortadoğu'daki ayaklanmalara yolu açan güç piyasadır.

Gidenler zalimdirler, diktatördürler. Arkalalarından okkalı birer küfür de sallayabiliriz dilediğimiz kadar. Peki ya sonra?

Sorulması gereken soruları aklımızdan çıkaracak mıyız?

Her örnekte ajanlığı ayyuka çıkmış "muhalif"lerin parlatılması, post-modern iletişim araçlarının "devrim"e hizmet etmesi için bütün olanakların seferber edilmesi, "domino etkisi" açıklamalarının arkasında ciddi bir planlamanın, bölge mühendisliğinin sırıtması…

Bunları sormayacağız, halk devrimlerini selamlayacağız!

Sonra, sıra Libya'ya geldiğinde, "emperyalizm" faktörü aklımıza yeniden düşecek!

Açık söylemek gerekirse, Kaddafi rejimi analizlerimizi değiştirmeye değmez.

Farklıdır, şudur, budur ama gerçekten değmez. Eğer Tunus ve Mısır'da yaşananlar başka Libya'da yaşananlar başkayla yetinir, buna göre konum alırsak, hata yaparız.

Elbette farklı...

Ama bizim önceliğimiz dönemi okumak olmalı.

Ortadoğu'da gelişmeler doğrultu itibariyle devrimci değildir. "Gerici" diyemiyorsak, bu korkaklığımızdan, bazı topraklarda seçeneksiz kalışımızdandır.

Sol, halk kitleleri ayağa kalktığında, meydanı emperyalistlere, gericilere bırakmamak, zayıf devrimci güçlerin serpilmesi, inisiyatif alması için moral/maddi destek sunmakla yükümlüydü elbette. Ama üç maymunu oynayamayız herhalde.

Türkiye'de bunu hiç yapamayız. Çünkü Türkiye'de başladılar, Türkiye'ye dönecekler.

Türkiye'de de "çaresiz"liğe mahkum olmak, insanlıktan umudu keser hale gelmek istemiyorsak…

Boyun eğmeyin, bildiklerimizi unutturmak isteyenlere boyun eğmeyin!