"Sol" Kavramını Atalım Mı Çöpe?

Birgün’de yazdı geçenlerde Ali Şimşek: Solculuğu, her kim istiyorsa bırakalım gitsin onlara. O kadar çeşitli solculuk var ki, kavram öyle hırpalandı ki, “sol” deyince “solcu” deyince bir şey ifade edebilmiş olmuyoruz artık. Yazıda belirtmemiş, görünce sordum. Solculuğu bıraktık diyelim, nasıl tanımlayacağız kendimizi? “Sosyalist olarak” diye yanıtladı.

Ali’nin derdini anlıyorum. 10-15 yıl önce uzunca bir dönem ben de bırakmıştım “solculuğu”. Artık solcu değilim, diyordum. Nesin öyleyse, diye sorduklarında “kapitalizm karşıtı” diye cevaplıyordum. İlla daha belirgin bir sıfat vermek isterseniz “Marksist” diyebilirsiniz, hatta “Leninist”. Fakat hiçbir işe yaramadı. İnsanlar belirli kavramlarla düşünmeye alışmışlar. Birçokları beni solcu görmeye devam etti, hem de aşırı solcu. Bazıları solculuğu bırakmış diye dönek saydı. Baktım olmuyor, vazgeçtim.

Belli siyasal konumlanışları ifade eden kavramların terk edilmesi veya benimsenmesi için çok daha geniş bir kitlesel mutabakatla toplumsal bilinçte devrim yapmak gerekiyor. Toplumsal bilinçteki devrim de o yönde siyasal bir devrim ya da değişimle mümkün. Yoksa ne kadar haklı olursanız olun, altını ne kadar doldurursanız doldurun, belli kavramları ha deyince yok sayamazsınız. Ne var ki, solun, solculuğun eskisi kadar çok şey anlatmadığı açık. Bunlar belki toplumsal bilinçteki devrimin, yeniden saflaşmış, değişik şekilde karılmış toplumsal sınıflara dayalı konumlanışların doğum sancılarıdır.

Bir solcuyla, sağcı televizyonda tartışıyor diyelim. Veya bir muhalifle bir iktidar yanlısı. Diyelim ki, sağcı saldırganca konuşuyor, solcu sakin sakin anlatmaya çalışıyor derdini. İzleyen büyük çoğunluk şu yönde yargıda bulunur: Bu solcu haklı olsa böyle pısmaz, zaten kendine güveni yok, o yüzden iktidara gelemiyorlar. Durumu iki ayrı gazetedeki iki yazar açısından ele alalım. Aynı sonuç: Muhalif yazar ne kadar birikimli de görünse saldırgan bir dil kullanmadığı takdirde ilgi çekmez, yazısı okunmaz bile.

Peki solcu saldırgan bir dil kullanıyor, sağcı sakin görünüyorsa. Büyük çoğunluk şöyle düşünür. Bu solcular zaten hep küstah olurlar, iktidara zor yoluyla geleceklerini umarlar. Ego tatmini her şeyden önce gelir onlar için.

Ya ikisi de sessiz sakin, tartışıyorsa? Bir süre sonra solcuyu kimse dinlemez, yazısını da okumaz. Çünkü güzel güzel tartışıyorlarsa, demek ki aralarındaki sorun öyle önemli bir sorun değildir. Bu durumda niye muhalifin, güçsüz olanın aklına uyup da mevcut huzuru bozayım, sağcı haklıdır o zaman...

İşte psikolojide buna konformizm denir. İnsan aklı ne yazık ki sağ ve sol karşısında ya da biz buna eşitlik ve toplumsal adalet savunucularıyla, eşitsizlik savunucuları arasındaki kavgada diyelim, düz değildir. Yamuktur. Sağa doğru yamuktur. Başka deyişle iktidara meyleder, adaletsizliğe meyleder. Kişi solcu bile olsa, en has solcu bile olsa, iradi çabayı bıraktığı anda sağa kaymaya başlar. Kitleler de öyledir. Güçlü bir uyarıcı sol parti bulunmadığı müddetçe toplum genelde kendiliğinden sağa kayar.

Bu kayma tek bir düzlemde gerçekleşmez. Aklı karıştıran başka bir şey de budur. Siyasal konumlanışı bir yelpaze veya soldan sağa tek bir eksen üstünde düşünmeyin. Bir mutfak rafı getirin zihninize. Alt alta bir dizi raf bölmesi. Değişik yüksekliklerde. Ortadakiler daha yüksek. En üst rafa komünistleri yerleştirin, altına yurtsever demokratları, altına sosyal demokratları. Böyle gitsin. En alt rafta da siyasal İslamcıları, ırkçı milliyetçileri koyun. Ve tüm bu birleşik mutfak rafı acemi marangozca sağa doğru yatık sabitlenmiştir duvara. Özel bir çaba gösterilmediği sürece tüm bölmelerdeki bireyler (bilyeler olarak düşünün) sağa doğru hareket edip, o dipte toplanırlar. Her raf bölmesinin en sağ ucunda da küçük birer delik bulunur. Sağda birikme ve basınç arttıkça bireyler bir alt bölmeye düşmeye başlar, oradan daha alt bölmelere.

Bu “normal” durumu değiştirmek için de özel bir çaba gerekir. Pompa kuvveti. Bu pompa kuvveti sol siyasettir, biraz da sol sanat ve felsefe. Ancak dedik ya, “normal” dışı bir çabadır bu çaba ve o çabada bulunanlar başkalarını yukarıya çekmek ve sola doğru itmek için baskıda bulundukça sevimsizleşirler, sevilmez hale gelirler. Bireyleri sağa ve oradan da aşağı raflara çeken kendiliğinden yer kuvveti (burada çok daha ciddi bir örgütlü siyasal kuvvet de bulunur ama, çekim bu yönde olduğu için, o fark edilmez) huzur verici ve sevimli görünür.

Solun en büyük yüklerinden biri de budur. Kitleleri, bireyleri zorlarken insanları manen kendinden uzaklaştırmak.

Bunları başlıktaki soruyla nasıl bağlayacağız? Hangi kavramı kullanacaksak kullanalım -ki şu anda sol kavramını kullanmak zorundayız hala- yaptığımız iş zor bir iştir, doğamıza karşı daha çok insan olma mücadelesidir ve zor olduğu, bitimsiz olduğu, nankör olduğu ölçüde gerekli ve anlamlıdır. Gerekli ve anlamlı olduğu ölçüde bu mücadele ve bu mücadeleyi verenler ayrı kavramları hak ederler, özel kavramlara gereksinim duyarlar. Bu ayrı kavramlar başlı başına bir güç ve saygınlık içerdiği için de paylaşılamazlar ve düşman tarafından ele geçirilmeye çalışılırlar.

Sosyalist mi diyeceğiz kendimize? Onu da alırlar. Marksist mi diyeceğiz? O kavramı da rahat bırakmazlar.

Aslında bireyleri ve kitleleri en sağlam, en yoğun biçimde solculaştıran şey, toplumsal hareketin kendisidir. O gelip çattığında, zelzele sarsmaya başladığında, mutfak rafı sol yana yattığında, kimse istemese de yığınlar sola kayar. O esnada örgütlü bir sol güce gereksinim daha da artar.

Toplumsal hareket başlayana dek bekleyecek miyiz? Bekleyemeyiz. O güne şimdiden hazırlanmak zorundayız, güçlenmek zorundayız. Bunun için de elimizden geleni yapıyoruz aslında. Her yolu deniyoruz ikna için. Kuramsal yazılar yazmak, kısa yazılar yazmak, üst perdeden konuşmak, basit konuşmak, polemik çıkarmak, kavga etmek, alttan almak, ağır ağabeyi oynamak… her şeyi… Ne ki düşmanın para ve uzmanlık gücü onlarca kat üstte. Düşmanın, yani sistem yanlılarının ideolojik silahları çok gelişmiş.

O yüzden de elimizden gelenin fazlasını yapmalıyız. Çok farklı sesleniş yolları bulmalıyız. Değişik yöntemler geliştirmeliyiz. Şimdiye dek denediklerimizin elimizdeki insanları tutmaya yetmediği bir yana, büyümek için hiç uygun olmadığını kabul etmeliyiz. Bu bence olmazsa olmaz. Bunu başarırsak tanımlama kavramları bizim kolaylaştırıcılarımız olur, şimdi aynı sözcükler prangalarımız haline geliyor.

Yaklaşık dört yıldır görmediğim bir dostumla sohbet ettim geçen gün. Sıkı bir sosyalist, inatçı bir aktivistti geçmişte. İyi bir okurumdu. Yine sosyalistmiş, ama aktivist sayılmazmış. Yine ÖDP’liymiş. Ama siyasal ortamı fazlasıyla ego ispatlayıcı, fazlasıyla insan kaçırıcı buluyormuş artık. Son yıllarda Elif Şafak okumaya başlamış. Beğenerek okuyormuş. Benim iki yıl önceki birkaç polemik yazımı görmüş, o zamandan beri okumuyormuş yazdıklarımı. Sert ve acımasız buluyormuş edebiyat cephesindeki kişileri ele alan makalelerimi. Bu yazıyı özel olarak onun için yazdım. Sevgili (…), bu yazıyı sana ithaf ediyorum.