Rucio'nun Rosarosa'ya cevabıdır

Odama çok sık ziyarete gelen bir iş arkadaşım vardı. Ara sıra muhabbet, geyik iyiydi de, çalışmama, bir şeyler okumama engel haline gelmişti. Deştim biraz. Çok sıkılıyorum, dedi. Sen de biraz kitap okumayı denesene, diye yol önerdim. “Bütün kitapları okudum” karşılığını verdi. “Nasıl yani?” diye sormadım. Anlamıştım. Böyle çok insan tanıdım. Gerekli gördükleri kadar ve kapasiteleri ölçüsünde bir şeyler okurlar. Fazlası boşunadır. Tüm kitapları bitirmişlerdir artık.

Geçen haftaki “Bok Yağıyor Üstümüze” adlı makaleme okuyucu tepkilerini gözden geçirince o hikaye geldi aklıma. Rosarosa rumuzlu kıymetli izleyicimiz üç adet gönderi yapmış aynı yazıya. Söyledikleri şuydu: Sol, devamlı şikayet ediyor, ama doğru dürüst iş yapmıyormuş. Bu internet sitesi de sürekli mızmızlanan, dırdır eden yazılarla doluymuş, benimki dahil. Solun akıl okumaya değil, üretmeye ihtiyacı varmış.

İlk başta doğru gibi görünüyor, ama maddeleri tek tek ele alınca, “kimseyi beğenmez” sıradan bir okurla karşı karşıya bulunmadığımızı anlıyoruz. Rosarosa dışımızdaki bazı şeyleri beğeniyor, onları bizim gibilere karşı örnek gösteriyor. Bir de daha önemlisi, Rosarosa halkımızın yayınlara karşı tutumunun bazı özelliklerini, düştüğü bu notlarla çok iyi yansıtıyor. Şimdiki yazıyı kaleme (bilgisayara) almamda da onun bu temsil kabiliyeti rol oynamıştır.

Solun üretmediği savı, “üretim”den kasıt çocuksa doğrudur. Cidden solcular, sağcılara oranla daha az çocuk üretiyor. Solcular, solcu çocuklarının çoğunun lümpen çıkması gerçeğini fark ederek bu tavrı alıyorlarsa bir bakıma haklıdırlar. Ama söz konusu üretim, kuramsa, sanatsa, pratikse bizler için bir şey üretmiyor, demek Tanrılar aşkına ne büyük trajedidir! Evet, ciddi bir yazı yazmak istemiyorum, asıl niyetim sarakaya almak, itiraf etmeliyim. Çünkü böyle bir aşamadan sonra ciddiyet daha komik kaçar.

Bugün sosyalist sol, kuramda hiçbir zaman ulaşmadığı bir aşamaya yükselmiştir. Ancak yayınlanan kitapları, makaleleri onları okumayan insanların zihinlerine aksettirecek bir teknolojiye henüz ulaşamadığımız gerçektir. Türkiye’de roman Batı’daki düzeyden geri değildir. Edebiyatımız, hatta beğenmediğimiz son kırk yılın edebiyatı Rosarosa rumuzlu arkadaşımızın örnek gösterdiği Zweig, Stendhal, Faulkner edebiyatından geri değildir, sadece rakipler daha güçlüdür. Sinema, TV, çok bilen cahil vatandaş oranının fazlalığı gibi. Problem şudur ki, Rosarosa tipindeki okuyucu şimdikilerin değerini en az elli yıl sonra keşfedecektir, başka birileri keşfedip defalarca onayladıktan sonra. Kastedilen üretim pratik çalışma ve örgütlenme üretimiyse eşek gibi çalışmakta, karıncalar gibi özveri göstermekteyiz. Solcular olarak sağ kalanlarımızın adları Hıdırdır, elimizden gelen budurdur.

Mızmızlanmak mı! Aklımızdan bile geçirmemeliyiz. İnsan nazının geçtiğine mızmızlanabilir ancak. Halk mızmızlananı hiç sevmez. Ya Rosarosa’ya nazlanma? Delirdiniz mi siz! Edison’un ortağı olsaydı Rosarosa, adamcağız iki ayda intihara sürüklenmişti. “Üretmiyorsun Thomas, hiçbir şey üretmiyorsun!” Başka bir yazara karşı yorumundaysa herhangi bir ütopyamız bulunmadığını ileri sürüyor arkadaşımız. Ütopyası olmayanlar topluma ne hedef gösterecekmiş ki! Che’yi de böyle birileri ölüme sürüklemiş olabilir: “Bak halk peşinden gelmiyor, çünkü hiçbir ütopyan yok Ernesto!” Bolşevik Rosarosa ise şöyle bağırır: “Devrim devrim diyorsun, ama tek bir strateji ve taktik geliştirmiyorsun Vladimir.”

Halkımızın başka hangi özelliğini kuvvetle gösteriyor Rosarosa? Şunu: Sıradan kalabalıkların toplandığı yere akmak, güçlüyü kutsamak. Özdemir İnce’yi örnek gösteriyor bize bir yazar olarak. Özdemir İnce ağabeyimizi severiz, sayarız (burada istihza yok), ama her semtte ancak bir milyoner, her büyük gazetede bir solcu yazar bulunur. Milyoner olmamıza ve Hürriyet kadrosuna geçmemize imkan bulunmadığına göre büyük kalabalıkların okuduğu, çok geniş kesime seslenen gazetelerde ustalık döktürmemize de olanak yoktur. (Laf aramızda, Hürriyet’i 40-50 profesyonel dışında pek az AKP’li okur, emekçilerse hiç okumaz.) Hal böyleyken ara sıra bizi haşlayan Rosarosaların fırçalarına sabırla tahammül edip, 5-10 bin okuyucumuzla bir davayı sürdürmek zorundayız. Peki buna mahkum muyuz?

Makalemin, Rosarosa’nın da hakkını teslim ettiği ana fikri tam da buydu. En az on katı etkili bir medya yaratmak önerimi, fikrimi ısrarla yinelemek. Halkımız böyledir çünkü. Bir kitap 100 bin satıyorsa o değerlidir, bin satıyorsa kalabalık ondan uzak durmuştur, bunda bir hikmet vardır, değersizdir. Bir gazete en az 200 bin satacak ki, solcumuz da alsın onu, sıradan insanımız da. Pek çok solcunun, CHP’linin, sol ve CHP düşmanı Hürriyet’i, mavi ölüm ışığına üşüşüp cozurdayan sinekler gibi içgüdüsel bir refleksle almaları bundandır. Gazeteniz 10-15 bin mi satıyor, en ileri solcular bile almazlar onu, kalabalığı yeğlerler, insan psikolojisidir. O yüzden en az 100 binlik bir gazete veya dergi diyorum. Başka türlü aydınlar, sanatçılar da yanaşmazlar yanımıza. Çünkü Rosarosalar çok kalabalıktır, kötü niyetli değillerdir, sadece kalabalıktan hoşlanırlar.

Kültür alanında doğru dürüst bir eser vermiş solcu göremiyormuş şu günlerde. “Şu günler”den kastı son üç-dört günse orada da belki haklı olabilir Rosarosa. Ama ben şu rumuz işinden bayağı sıkıldım. Biz burada sap gibi adımızla cismimizle meydandayız, ansiklopediden mahlas kapan geçiriyor kafamıza. Herkes neden adıyla sanıyla yorum yazmaz ki? Kim neden korkuyor? Halbuki Rosarosa’ya birkaç soru sorardım tanısam. Son yirmi yılda sosyalistlerin ürettiği kaç kitabı okudunuz, diye. Yoksa bütün kitapları bitirdiniz mi?

Editörümüz izin verir mi acaba? Ben de “Rucio” rumuzunu kullanmak isterim. Rosarosaların çoğunluk bulunduğu yerde benim ütopyam da Rucio’nun ütopyası kadardır ancak. Yine de Rucioları küçümsemeyin. Çok çalışırlar, yeri gelince fena teperler.