Mustafa Kemal, Kaypakkaya ve Reenkarnasyon Kulübü

Sonunda yeni romanım çıktı. Adı Reenkarnasyon Kulübü. Editörümün arka kapakta düştüğü not şöyle:

“Kaan Arslanoğlu, yeni romanı Reenkarnasyon Kulübü'nde keskin ve ironik bakışlarını günümüz Türkiye'sine çeviriyor. Gene zor olanı, şimdiki zamandan kaçmak yerine onun üstüne üstüne gitmeyi tercih ediyor. Ama insanın başını döndüren, aklını başından alan bu (politik) gerçekliği, günümüz Türkiye'sini, çok farklı bir üslupla, gerçeküstü bir biçimde ele alıyor bu defa.

Kimler yok ki bu dünyada Kaan Arslanoğlu, Mustafa Kemal, Enver Paşa, İbrahim Kaypakkaya ve sair eşhas...”

Yine arka kapakta yer alan romandan bir ilk sayfa alıntısı:

“ Peşinen söylüyorum. Elinizdeki yapıtta değinilen tarihi kişiliklere sempati veya antipati duyuyorsanız bu kitaptan keyif alma olasılığınız, keyfinizin kaçması olasılığından düşüktür. Keyfinizi kaçırma hevesi gibi özel bir saplantım bulunmamakla beraber, ruhunu ezberlediğim okur yığınlarının içini okşayarak onları hoşnut etme sapkınlığı da benden durabildiği kadar uzak kalsın.”

Değerli okurlarım, bu roman için de hiçbir pazarlama yöntemine başvurulmayacak. Dahası normal olarak yapılması gerekenler de yine en alt düzeyde, hatta sıfır noktasında tutulacak. Gazetelere ilan vermek gibi.

Bilmeyenleriniz için açıklayayım. Bir romana ne kadar paralı ilan vermişseniz, o ölçüde “eleştiri” veya tanıtım çıkar hakkında. “Ne kadar para, o kadar edebiyat eleştirisi.” Epeydir bu kural sıkı tutuluyor. Gazeteci camiası, edebiyat dünyası ilkeli insanlardan mürekkep.

Aslında kitap tanıtımının çoktandır çok daha etkili yolu kitap sayfalarının dışına çıkabilmektir. İlk birkaç haftada bir kitap hakkında ne kadar çok köşe yazısı çıkarsa ve yazar ne kadar televizyona çıkarılırsa, o kitap rakiplerine o oranda fark atar.

Fakat burada ciddi bir problem söz konusu. Kitaplarımda benim önemsediğim, üstünde durduğum gündem maddeleriyle köşe yazarlarımızın maddeleri bir türlü çakışmıyor. Hatta köşecilerimizin pek önemsediği bir soruna bile ele atmış bulunsam, kitap çıkana kadar o sorun önemsizleşiyor ve dolayısıyla yazarlarımız sözü oraya getirme heveslerini yitiriveriyorlar. Buradaki “timing” (zamanlama) yeteneksizliğimi kabul etmek zorundayım. Topa ya geç zıplıyorum kafa vurmak için ya da erken top ya başımın üstünden geçiyor veya suratıma çarpıyor.

Sol sol-sosyalist köşe yazarlarımızın için de aynı şey söz konusu. Gündemleri daima sıkışık ve fevkalade önemli maddeleri ele almaktan yerleri kalmıyor. Üstlerindeki müthiş otoritem de başka bir engel. Örneğin bazen biriyle rastlaşırım, der ki dostum, “Yahu bir türlü senin romanlarını ele alamadım köşemde, ama yakında bunu planlıyorum.” Ben de derim ki, “Yok canım, dert değil, sıkma canını, zorlama kendini.” Sonuç mu ne olur? Bana bir kez daha itaat ederler elbette, sözümden çıkamazlar.

Çevremde çok beğenilirim, bol takdir toplarım. Gelir bir arkadaşım sorar: “Çoktandır senden bir kitap yok, ne yaptın, dinleniyor musun?” “Yoo, daha geçen ay çıkardım ya, her ay çıkaramam doğrusu.” Şaşırır tabii, “Bak onu kaçırmışım” der, “Bu 4. değil mi?” “Yok 18 oldu” diye cevaplarım. Arkadaşlarımın çoğu, ya bir veya iki kitabımı okumuşlardır ya da hiç kitabımı. Ama zaman zaman ellerinde bir “çok satan” görürüm. Sorarım o zaman. “Niye okuyorsun ki bunu, senin o yazarı hiç sevmemen lazım.” (Görüşlerini bildiğim için böyle önyargılı yaklaşırım.) Ama onlar bana nesnellik dersi verirler. “Merak ettim, bir baktım. Okumadan karar vermemek gerek.” “Sevdin mi peki?” “Hayır, hiç sevmedim, bırakacağım galiba.”

Dostlarımın çoğu kitap okumak için ayırdıkları azıcık enerjiyi sevmedikleri romancılarla tüketirler. Zaten sevmedikleri partilere oy atarlar. Sevmedikleri bir yaşam sürdürürler. Bundan yakınır ve hatta bazen yardım isterler. Ama bu tercihleri değiştirmek için hemen hemen hiçbir şey yapmazlar.

Güncel siyasette solcu gibi düşünüp sağcı gibi yaşayanlar, felsefede Marksist olup sanatta eğlencelik işleri beğenenler, kendini muhalif olarak tanımlayıp hep iktidardakilere, güçlülere sempati duyanlar bana şizofrenik bir bilinç yarılması içinde görünürdü hep. Şimdilerde anlıyorum ki hayat böyleymiş ve bunu gerektiriyormuş. Şizofrenik yanılma içindekiler benim gibi saçma bir tutarlılık saplantısını sürdürenlermiş.

Örneğin, gerçek düşün ürününün, gerçek nitelikli edebiyat ürününün içerikte ve biçimde aykırı olması gerektiğini zannetmem de belki böyle şizofrenik saplantı mahsulü. Normal olan nedir peki? Kendine yakın bir çevre belirleyeceksin, onların ihtiyacına göre ve onların hoşuna gidecek şekilde yazacaksın. Bu yeğlenen çevre de olabildiğince kalabalık, çoğunluktan bir çevre olacak ki kitabın okunsun, beğeni toplasın.

Ya benim yaptığım ne? Küçük bir azınlığa yanaşma ve üstelik bu azınlığı da eleştirerek, onları da rahatsız edecek şekilde yazma. Bu şizofreni değilse en azından sosyopati. Gelin görün ki insanın huyu zorlasa da değişmiyor.

Bakalım partili bir sanatçının partili olmayan romanını nasıl bulacaksınız.