İnternet Makaleleri ve Yorumları

Milliyet, Hürriyet gibi gazetelerin internet sayfalarındaki haberlere düşülen yorumları okuyorsunuzdur. Büyük bölümü o denli sığ, bayağı ve bir kısmı o derece psikopatça ki, “Halk bu mu?” demekten kendini alamıyor bilinçli okur, “Demokrasi bu mu?” Veya yorum yazanlar özel kişilikte farklı bir grup mu? Halkı temsil nitelikleri pek mi düşük? Kuşkusuz arada iyi, çok iyi yorumlara da rastlanıyor ne var ki geneli, insana saygıyı azaltıyor.

Gerçi orada haber diye çıkanlar, köşe yazarlarının makaleleri çok mu düzeyli? Böyle başa böyle tarak… Demokraside “katılım” meselesi enine boyuna çok geniş ve ağır bir konu. Yazılara yorumla katılım parçası bile sorunun derinliğini gösteriyor. Katılım böyle olacaksa hiç olmasın, diyesi geliyor insan.

Sol internet sitelerinde bir parça düzey yükselmesi görülüyor. Ama ne kadar bir parça? Bir açıdan bakarsanız bayağı fazla, başka açıdan bakarsanız pek yetersiz. Biliyorsunuzdur, soL Haber Portalı’nda yorumları yayımlamak eski hadise değil. Bu iyi bir şey mi, kötü mü, sakıncalarıyla baş edilebilir mi diye epeyce tartışıldı, öyle hatırlıyorum. Sonra yorumlar açıldı. Yorum açılınca bunu denetleyen bir kadro da gerek. Her atılımın bir emek bedeli bulunuyor. Ama sonunda bana göre iyi oldu.

Şimdi yorumları değerlendirdikçe, bunların okur çoğunluğunu ne kadar temsil ettiğini düşünmeden edemiyorum. Bir makaleyi yorumlayanlar okurun kanımca ortalama %1-2 sini oluşturuyor. İmzalardan da anlarsınız, yorumcuların sayısı hayli kısıtlı aslında. Hiçbir yorumcunun şevkini kırmak, onlarda olumsuz duygular uyandırmak, ketleyici konumda bulunmak istemem. Yazılsınlar tabii. Bunun makaleciye, haber yazarına da faydası var. Makalesi haberi ne kadar, nasıl anlaşıldı, okur ne düşünüyor çok kaba da olsa bir fikir veriyor.

Ama bu kaba fikre kapılırsanız yazarlığı bırakmanız gerek. Çünkü bence yorumların çoğunluğu değilse de önemli bölümü özensiz, kötü. Neden kötü olduklarını açıklayacağım. Bu arada ara sıra çok güzel yorumlar okuduğumuzu da tekrar belirtmeliyim. Övme anlamında değil, eleştirel yaklaşanlar arasında da kafa açıcı çözümlemeler, saptamalar buluyorum ve bu gerçekten faydalı. Örneğin Sanat Cephesi dergisine getirilen eleştiri ve önerilerin çoğu bizim için çok yarar sağladı.

Kötü derken kastım şu: Yorumcular genelde yazıyı okumuyorlar, anlamıyorlar, şöyle bir-iki dakika bakıyorlar ve kendi kafalarındaki düşünceleri aktarmaya başlıyorlar. Çoğu zaman bir kelimeye ya da cümleye takılıp yazının ana mesajını hoyratça es geçmek yaygın tutum. Hani neredeyse yazının içindeki “ve” “ile” “de” gibi parçacıklardan birini temel veri alıp tümüyle ayrı bir makale yazacaklar. Tamam, kendi fikirlerini anlatsınlar da, yazıda geçmeyen, yazının anlatmadığı, ama yazıya mal ettikleri kendi uydurdukları fikirlere ve kavramlara dayanarak yapmasınlar bunu. Yazıya azıcık, minnacık saygı göstersinler. Tersi tavra “saman adam” taktiği denir. Birine hücum edeceksen, o kişinin hiç savunmadığı sevimsiz bir kavram, bir imge ortaya atacaksın, hem ona hem o kişiye saldıracaksın. Yorumcularımızın eminim hiçbiri bu siyasal propaganda tekniği konusunda eğitim almamıştır, ama içgüdüsel bir şekilde onu uyguluyorlar.

“Ulusalcı Dostların Komünist Korkusu” makaleme getirilen yorumlar tam da bu konuya ilişkin bir ders mahiyetinde. Arada birkaç güzel yorum bulunuyor, ama bir kavga çıkmış ki yorumcuların kendi aralarında yazı nerede, kim neyi savunmuş, kim kimi niye dövüyor, iş iyice çığırından çıkmış.

“Sedov” arkadaşın yorumları olumsuz örnek olması bakımından çok tipik. Kemalizmle neden ittifak arıyormuşuz? Yazının hiçbir yerinde ittifak sözcüğü geçmediği gibi, ittifak arayışına dair hiçbir belirti yok. Sadece ulusalcı veya Kemalist diye bilinen çevre ve kişilerin büyük bölümünün sosyalizm korkusunun onlarda bir akıl daralmasına yol açtığı anlatılıyor. Bunu aşabilirseniz dünyayı ve Türkiye’yi çok farklı görürsünüz, deniyor. Israrla vurguladığım ana fikir anlaşılmamış, anlatamamışım. “Sedov” hızını alamamış, TKP Kemalistlere kimin adına elini uzatıyor, diye soruyor. İttifak arayışını yoktan var etti ya, ardından benim yazıyı bir parti manifestosuna dönüştürüyor. Ben ne parti merkez komitesindeyim, ne yöneticisiyim… Herhangi bir sol yazarının bir konuda fikir belirtmesi nasıl bu kadar kolay TKP bildirisi gibi algılanıyor? Sol’daki editör arkadaşların bazı yazılara karşı hassas tutumlarına, “bunu yazarsan yanlış anlarlar” yönündeki uyarılarına şimdi hak veriyorum. Yahu, Sol yazarı olmak için TKP üyesi olmak bile gerekmiyor, nereden çıkıyor bu denli sıkı bağlayıcılık? İşte “Sedov” gibi okurların çokluğundan kaynaklanıyor. TKP, elini peşinen Kemalistlere uzatmış, şimdi “Sedov” arkadaş aynı soru içinde irdeliyor: “Kimin adına?” Mükemmel teorik kavrayıştan derin kuramsal sınıf analizlerine geçiyoruz. Pes doğrusu. Kendine sosyalistim diyen insanlar bu kadar emekten bahsedeceklerine, emekle yazılmış bir sayfacık yazılara beş dakika hasretme emeğini göstermeli. Okumayacaksın, anlamayacaksın, ama derin sınıfsal analizler gırla.

“Frunze” arkadaşımız “Sedov” arkadaşa destek veriyor. Evet, diyor, Kemalizmin sınıfsal özüdür önemli olan, Sedov’un soruları yerindedir. Sınıf mı dediniz? Sınıfsal öz mü diyorsunuz? Türkiye sınıfsal bakış açısından öyle kapitalizm öncesine düşürülmüş talihsiz bir ülkedir ki, sınıf bakışını savunan tek hareket olan TKP bu “sosyalistlerin” çoğunluğunca “ulusalcı” görülüyor. Çünkü sınıf deyince hayattaki hiçbir gerçek karşılık belirmiyor kafalarında. Ara sıra yinelemesi alışkanlık haline gelmiş bir nakarattır sınıf onlar gözünde. Ne yapıyor bu ülkede sosyalistlerin büyük çoğunluğu 1980’den beri: İnsan Hakçılığı, Kendini İfade Özgürlükçülüğü, Ezilen Ulus Savunuculuğu, renkler sesler öteki beriki kavramcılığı… Başka? Sendikaların, meslek örgütlerinin bile gündeminde asıl işleri beşinci sırada. Ama “Frunze” arkadaş kimsede aramadığı sınıfsallığı illa Kemalizmde bulacak. Bulsun, kolay gelsin.

Böyle makalelerde teoriyle boğmam kimseyi. Ulusalcı veya Kemalist dostlar derken kastettiğim, bildiğiniz tek tek, bire bir yaşayan insanlar. Gerçek hayatta karşılaştığım, konuştuğum, belli mücadeleleri birlikte verdiğim (ittifak!?), birer isimleri ve kişilikleri bulunan insanlar. İyilikleri, kötülükleri, güçleri ve zaaflarıyla arkadaşlarım, dostlarım, tanıdıklarım. Şimdi bizim bu sosyalist sınıfçı arkadaşlarımızın bir bölümü çok iyi bilirim ki kendileri gibi düşünmeyenlerle hiçbir temas kurmazlar. Konuşmazlar, bir şeyleri paylaşmazlar, birlikte bir iş yapmazlar. “Kemalist denince akıllarına acaba hangi parti geliyor.” “Kimi kast etmiş?” Hangi siyasi oluşum. İP mi, CHP mi? Orduya mı gönderme yapıyor? (Son-Ceng arkadaşı tenzih ederim. Sosyalistlerin bir blok halinde Atatürk savunusu içinde olduğunu yazdığımdan yanlış yerlere gitmiş. Ulusalcı sosyalistleri kast etmiştim, iyi ifade edememişim.) Hayır, arkadaşlar ben bu yazıda sadece tek tek insanlara, en fazla da tek olmalarına karşın toplamda hayli bir kalabalık oluşturan kesimlere işarete ediyorum. Benim kast ettiğim Ayşe, Hüseyin, Mehmet, Fatma. Sınıfsal yönelimleri mi ne? Kemalizm hem küçük burjuva, hem milli burjuva, hem büyük burjuva ve hem de asker-devlet ideolojisidir de, bu Ayşelerin Hüseyinlerin sınıf kökenleri farklıdır. Kimi öğretmendir, kimi edebiyatçı, bazısı doktor hemşire, kimi işçi sendikacı, kimi emekli veya öğrenci ya da köşe yazarı. İnsanlarla bir ilişkimiz bulunmadığı için galiba kendimizi kafadan “proleter” ilan ediyoruz sevmediklerimizi de “burjuva”. Bitti gitti.

Her neyse, yorumlardan en azından şöyle bir sonuç çıkarabiliriz. “Lilith”in de dediği gibi, yazı her iki tarafın da tepkisine maruz kaldığına göre, öteki tüm çeldiricilere inat, sosyalizm seçeneğini vurgulamakta başarılı olmuş.