Gittikçe daha edepsiz nesiller yetişecek

Norveçli sapık Breivik’in mahkemede faşist selamı vermesi, cinayetleri yüzüne okunurken keyifle sırıtması bizleri insanlığımızdan bıktırdı. Bu, aynı zamanda kapitalist güvenlik sisteminin, sözde en gelişmiş burjuva hukuk anlayışının kepazeliğidir.

Çok geçmedi, Gaziantep’te bir doktoru bıçaklayarak öldürdü genç bir insan bozuntusu. Hekimlere yönelik saldırılar en basit kültürel değerlerden nasiplenmemiş yaratıklarca sürdürülüyor.

“İnsan bozuntusu” diyorum, “yaratık” diyorum, öfkemi ancak böyle ifade edebiliyorum. Ne var ki, tehlike öyle böyle değil, cidden çok ciddi boyutta. Tüm dünyada cinayetler giderek artıyor. İnsan acımasızlığından veya en hafifinden sorumsuzluğundan kaynaklanan trafik kazalarında, iş kazalarında ölümler artıyor. Savaşlar, iç savaşlar zaten olağan siyasetimizin bir parçası. Sıradanlaşan şiddet Türkiye’de de tırmanışta.

AKP’nin bu ülkeye yaptığı kötülükler aklımıza geldikçe, hiç değilse zaman zaman şöyle avutuyorduk kendimizi: “Bu adamlar sıkı Müslüman. Toplumu, gençleri bari tevekkül kültürüyle, dinsel sakinlik öğretisiyle eğitirler, sömürü artsa da memlekete biraz huzur gelir.” Ne gezer! İslam’dan anladıkları ölçüsüz zenginleşmek, ruhlarında dindarlık değil kindarlık kaynıyor. Yoldan çıkmış böyle bir azgınlık ne verebilir halka. Sonuçlar ortada: Kadına yönelik şiddet artıyor. Futbolda şiddet artıyor. Küfür, hakaret, saygısızlık katlanarak yükseliyor. Kimse haddini bilmiyor. Haddini bilmemek, güçsüzü ezmek, çoğunluk tahakkümü kurmak, günlük hayatta ve siyasette faşizmin değerlerini dayatmak “demokrasi” kavramıyla, “milli irade” kavramıyla kutsanıyor.

Ne yazık ki bu olgu ülkemize özgü bir olgu değildir, “küresel” bir olgu ülkemize de dayatılmaktadır.

Kapitalizmi suçladık, sağ iktidarları suçladık da solun hiç mi kabahati yok gelişmede?

Her yıl on milyonlarca insanın ölümüne yol açan cinayetlerde, yüz milyonlarca insanın şiddete maruz kalmasında suç ortağı olarak solun da önemli katkısı bulunmakta. Sol’dan esas kastımız elbette kapitalizm savunucusu liberal soldur. Ama insanlığın şiddete ve suça karşı bu derece savunmasız kalmasında her kanattan tüm solun payı vardır.

Marx’ın açık biçimde sarakaya aldığı “insan hakları” kavramı halen liberal solun en önemli argümanıdır. Birçok zaman radikal sol da insan hakları savlarını başat mücadele maddesi olarak ileri sürmüştür birçok ülkede ve bizde. Öyle ki buna karşı bir şey söylediğinizde size saldırırlar, en azından “faşist” derler.

Oysa “burjuva insan hakları” anlayışı, açıktır ki burjuva özgürlük anlayışı üstüne oturur. Kişi özgürce çalışmalıdır, yani emeğini özgürce satabilmelidir. Kişi ücretinin son kuruşuna dek, hatta kredi kartları yoluyla, borçlanma yoluyla bunun çok üstünde tüketebilmelidir. Kişi ne kadar çok kazanıyorsa, ne kadar çok harcıyorsa, ne kadar çok nesneye sahipse, o derece değerlidir. Bu değer için insanlar birbiriyle kıyasıya yarışmalıdır. Kişinin topluma karşı sorumlukları yoktur veya her an ihmal edilebilir. Herkes istediğini keyfince yapabilmelidir. Tüm toplum keyfince yaşayabilmelidir. Bu yaşam tarzı başka insanlara, gruplara, ülkelere, doğaya zarar veriyor olsa bile. Böyle bir sistemi tehdit eden gruplar, devletler şiddet yoluyla yok edilmelidir…

Radikal solun bile sonuçta destekler konuma düştüğü böyle bir “şımarık insanın özgürlük anlayışı” tüm dünyada giderek terbiyesizleşen, giderek tatminsizleşen, giderek daha fazlasını isteyen, tevekkül bilmeyen, saldırgan eğilimli kuşaklar ortaya çıkardı. Radikal solun bir kesimi zannetti ki, bu tatminsizlik, bu şiddet eğilimi arttıkça devrimci güçlere de katılımlar artacak. Sonuç pek de öyle çıkmıyor her yerde. Birçok ülkede aksine faşizm yükseliyor, mafyatik yapılanmalar güçleniyor, sıradan şiddet ve bu şiddetin mağdurları artıyor. Birçok ülkede solun geliştiği falan yok, aksine böylesi kuşakların öfkesinden, saldırganlığından sol da büyük ölçüde nasipleniyor.

Batı’nın bugün geldiği nokta şudur: Irkçılık tekrar yükselişe geçmiştir. Şiddet giderek artmaktadır. Rakamlar bunu gösteriyor. Buna karşın polisin yetkileri son elli yılda giderek kısıtlanmıştır. Cezalar gittikçe hafifletilmiştir. İnsan hakları pratikte giderek suçluların hakkı anlamında kavranır, uygulanır olmuştur. Liberalizm bu uygulamayı desteklemektedir. Mağdurların yaşam hakları neredeyse insan hakkı kapsamında değerlendirilmekten çıkmıştır. Breivik en çok 24 yıl ceza alacak, muhtemelen tamamını yatmadan çıkacak. Geçtiğimiz aylarda Almanya’da “dönerci cinayetlerinde” öldürülen çok sayıda göçmenin gizli servisin izleme prosedürüne bile bile kurban gittikleri anlaşıldı.

Türkiye’de trafikte insan öldürdükten birkaç hafta sonra ve doğrudan cinayetlerin ardından 7-8 yıl içinde serbest bırakılan on binlerce suçlu bulunmaktadır. Dr. Ersin Arslan’ı öldüren yaratık da, muhtemelen beş altı yıl sonra aramızda dolaşmaya başlayacaktır. Yüzlerce kadın açık şekilde ölümle tehdit edildiklerini polise, savcılara söyleye söyleye öldürülmüştür. Gerekçe: yetkisizlik. Gerekçenin haklı yanı da bulunmaktadır işin kötüsü.

Tüm bunlara karşın eğer rejimi tehdit eden siyasi bir “suç”sa söz konusu olan, hukuk ve yetki sınırları birden bire ortadan kalkmaktadır. Batı Avrupa’nın yetkisiz polisi eğer karşıdaki bir “El-Kaide” hücresiyse veya “aşırı sol” bir grupsa birden bire “kanunsuz şerif”e dönüşebilmektedir. Türkiye’de keza, arabanızla kaldırıma çıkıp beş kişiyi öldürmüşseniz tutuksuz yargılanırsınız, fakat fi tarihinde “darbe”ye teşebbüse teşebbüs edenlere yardım etme şüphesiyle yıllarca tutuklu kalırsınız.

Sonuç olarak, önümüzdeki on yıllarda sıradan insanların ve hepimizin can güvenliği sorunu en önemli sorunumuz olacaktır. Ne bu soruna kayıtsız kalabiliriz, ne de alışılmış tutarsız söylemlerle konuyu geçiştirebiliriz. Sosyalizmi kuramadığımız sürece şimdiki polise, halkın can güvenliğini koruma görevi yüklendiğini, bu işi savsaklayamayacağını en sert şekilde hatırlatacak olan bizler olmalıyız. Hedef, polis yetkilerinin giderek kısıtlanması için değil, bunun şimdiki gibi yaygın kötüye kullanımının önlenmesi için baskı kurmaktır. Siyasi mücadelemizde az buçuk kolaylık sağlıyor diye, tüm alanlara ve tüm hedeflere dönük olarak devletin güvenliği sağlama işlevinin zayıflatılması, keza cezaların giderek indirilmesi sanıldığı gibi devrimci, sanıldığı gibi sol bir tavır değildir. Biz bu konularda ancak tutarlı bir söylem geliştirebilirsek, devletin solu bastırmada gösterdiği hassasiyeti başkalarına göstermediğini teşhir edebiliriz, ancak o zaman kendimizi savunma, halkın kendi kendini savunma hakları meşru bir zemin bulabilir.

Toplumda sorumsuzluk kültürü sorumluluk kültüründen çok daha fazla gelişiyor. Çünkü düzen buna yatırım yapıyor. Toplumlarda sorumluluk kültürünü, dayanışma ve örgütlenme bilincini, gerçek insani ahlakı hakim kılacaksa birileri, elbette bunlar bizleriz. Ne var ki işimiz zordur. Peki o zamana dek ne olacak? Önerdiğim yaklaşım (ki daha önce de birçok kez dile getirmiş, birçok küfür yemiştim liberal solculardan) çok mu polisiye, çok mu cezacı geldi? Evet öyle olmak zorunda, ceza da toplumsal eğitimin hayati bir parçasıdır ve o çok özenilen Batı toplumu bu “iyi eğitimli” noktaya (son zamanları kast etmiyorum elbet) okullar kadar ağır cezalarla gelmiştir. Ama bırakın bunları.

Konu ettiğimiz şey insan hayatıdır. Giderek artan sayıda kayba uğrayan bu canları nasıl koruyacağız giderek artan saldırganlardan? Buna bizler kafa yormayacaksak kimler yoracaktır?