Futbolu uzaktan sevmek aşkların en güzeli: BJK Kongresi

Beşiktaş’ın genel kuruluna katıldım 26 Şubat’ta. Böylece futbolumuzun içinde bulunduğu idari, mali, etik tabloyu bir kez daha yakından gördüm.

Yönetim’in kabul ettiği borçlar toplamı yaklaşık 420 milyon TL. Muhalefet, süregiden davaların sonuçlanması ve diğer kalemlerle birlikte gerçek borcun 600 milyonu bulduğunu ifade etti. Buna itiraz da edilmedi. Bir görüşe göre tutar yaklaşık 700 milyon. 420 veya 700 milyon. Korkunç bir rakam. Kulübün iflas noktasında sallandığını yönetim bile reddedemiyor. Zaten bir futbol kulübü değil herhangi bir şirket olsaydı, çoktan satışa çıkarılmıştı.

Dikkat çekmek istediğim işin ilginç ve üzücü yanı ise, yönetim kurulunun ibra edilip edilmeme çekişmesi üstüne. Şu “medeni” cesarete bakınız ki, bazı yönetim kurulu üyeleri ibra etmeyenleri mahkemeye vereceklerini söylediler. Sonuçta çok az farkla ve biraz tartışmalı biçimde ibra elde edildi. Beş saatten fazla süren genel kurula sadece beş dakikasını veren başkan Yıldırım Demirören, kulüpten alacağı olan 103 milyon lirayı, sonraki başkanların da borç vermesi ve bunu hibe etmesi şartıyla hibe edeceğini açıkladı ve “peşin parayı” gören birçok üyenin alkışını aldı.

Bilmeyenler için kısa not: Son yıllardaki Beşiktaş kongrelerinin değişmezidir bu iki çıkmaz. Borç giderek artar, ama Demirören bir daha seçilir. Demirören’e kulübün borcu 20-25 milyondan her kongre giderek artarak 100 milyonu aşacak miktara taşınır: Yönetim tekrar ibra edilir. Demirören bu artan kulüp borcunu ve kendisine olan borcu koz olarak kullanır, başkanlığa adaylık koyacakların cesaretini daha baştan kırar. Kulüp mali olarak onun malı gibidir, ama borçlar kendi alacağı dahil kulübe ve taraftara aittir. Bu cendereye girmeyi hiçbir parasız lider göze alamaz, paralı olanlar da alamaz. Miktarlar şöyle böyle değil, astronomiktir. Hep konuşulan kötü senaryo: İşin içinden ancak hükümeti arkasına alan çıkabilir. Geçen kongrede adaylık koyup kazanamayan Murat Aksu işte böyle bir lider gibiydi.

Yine bilmeyenler için not: Kulübü bu hale getiren, borcu 10 milyondan 600 milyona fırlatan Demirören tek aday olarak, kulüplerin büyük çoğunluğunun ve hükümetin desteğiyle federasyon başkanı seçildi geçen hafta. Böylece bizim kulüp biraz olsun nefes alma imkanı yakaladı, ne ki Türkiye futbolunu neler bekleyebilir, tahmin etmek güç olmasa gerek.

Şimdi ilk soru: Durum bu denli açık seçik ortadayken kongre üyelerinin çoğunluğu (artık çok az bir çoğunluğu) hâlâ neden büyük bir şevkle böyle bir yönetimi ibra eder?

Nedenleri şöyle sıralayalım: “İbra edilmezse kulüp zor durumda kalır.” Zaten Mart ayı içinde kongreye gidecek olan ve zaten batmış böyle bir kulüpte ibra edilmemenin ciddi bir zararı düşünülemez, az çok kafası çalışan herkes için. İkinci neden şöyle olabilir. “Borç harç ve her türlü ilkesizliğe evet diyebilir kongre üyeleri. Yeter ki sportif başarılar gelsin, nasıl gelirse gelsin.” Ne yazık ki Türkiye’de özellikle üç büyük kulüp taraftarı, büyük çoğunluğu itibarıyla meseleye böyle bakıyor. Bu en az Beşiktaş’ta böyle sanıyorduk, anladık ki, hiçbir farkımız yokmuş. Türkiye’de artık iyice değişen insan tipi için bu istem son derece normaldir. Çünkü büyük çoğunluk hayatı da böyle yaşamaktadır.

Fakat mantıklı kişiler için Beşiktaş’ta böyle bir neden de geçerli sayılamaz. Demirören başkanlığında kulüp, sportif alanda iki büyük rakipten, Galatasaray ve Fenerbahçe’den her kategoride bariz bir biçimde geri kaldı. Uluslararası bir ciddi başarı da yok, yarı ederimiz etmeyen takımlara yenildik. Çarşı grubunun zaman zaman gerçekleştirdiği, içten sempatiyi hak eden zekice sosyal çıkışlar dışında taraftar olarak onur duyabileceğimiz çok az şey yaşadık söz konusu dönemde.

O halde neden? Asıl nedenlerden ilki şu: Her kulüpte ve belki her yönetimin yaptığı gibi kulüp üye profili yönetim lehine hızlı ve kaba biçimlerde değiştiriliyor. Bununla kalınmıyor, kongre üyelerine özel çalışmalar uygulanıyor. Bu delege sistemi zaten bence olmayan “Türk demokrasi”sinde her partinin, her derneğin en mide bulandırıcı sorunu.

Başka şeylerin yanı sıra bu özel çalışmalardan sadece birine, siyasi olanına değinmek istiyorum. Geçen kongrede Demirören’den kurtulmak için Murat Aksu’ya oy vermek isteyen, solcu, sosyalist, sosyal demokrat üyelere şöyle bir propaganda yapıldı: “Ona vermeyin, bu AKP’nin BJK’yı ele geçirme planı. Cemaat bizim kulübe de el attı, Aksu onların adamı.” Güvenlik soruşturması yapacak, teknik takip düzenleyecek halimiz yok. Birçok üye bundan etkilendi. Çünkü kuşkunun ötesinde böyle bir risk vardı cidden. (Yine de Aksu’ya attım oyumu, ama bayağı rahatsız olarak.)

Fakat sonra gördük ki, Demirören listesinde de AKP’liler varmış. Onlara ne hacet başkanın kendisi en başta AKP’cilik yaptı, dikkatle izleyen herkes için durum açık. Demirören sonuçta Aksu’dan daha çok AKP’ci davrandı fiilen. Yine de içimizde bir kuşku vardı: “Adama haksızlık yapmayalım, zorunlu kaldığı için, iktidarla ters düşmemek için mi bazen öyleymiş gibi davranıyor?” Şu son federasyon seçiminden, son federasyon yönetim kurulundan sonra kimsenin bir kuşkusu kalmış mıdır acaba?

Bu kaostan nasıl çıkarız ki?
Umarım bu kez utandırır bizleri Demirören. Fakat böyle bir spor ortamı, böyle futbol insanlarıyla zor.

Alın en “güvenilen” futbol yorumcusu sempatik Rıdvan Dilmen ne diyor. Yine sevdiğim bir televizyoncu Güntekin Onay karşısında. Demirören genel kurulda alacağını hibe etmiş ya, ne güzel, ne örnek bir davranış diye övüyorlar. Şunu niye sormuyorlar: Bir başkan kendisinin olmayan, sadece geçici bir dönem yönettiği bir kulübe nasıl borç verebilir? Kimseye sormadan, hayır demesine fırsat bırakmadan, kendi istediği tarihlerde, kendi istediği koşullarda, kendi yaptığı bütçeyle? Tüm eleştirilere rağmen keyfince para harcayarak, kulübü sürekli borç batağına sürükleyerek… Diyelim ki bir şirketiniz var. Bir genel müdür atadınız, adam şirketi batırıyor, bir de kendi istediği koşullarda şirkete borç veriyor. İkide bir de, “borcunuzu geri verin, aksi halde şirketi ölene kadar ben yönetirim” diyor. Ne yaparsınız? Adamı hemen kovar, mahkemeye verirsiniz. Üstelik borç falan ödemiyorum, sen önce uğrattığın zararları karşıla, tazminatını öde, dersiniz. Nitekim UEFA, bu suiistimalin ta kendisi olan uygulamayı yasakladı.

Şimdi de biraz genele bakalım. Tüm kulüpler aşağı yukarı aynı. Dünyada ve ülkede futbol aşağı yukarı aynı. Korkunç büyüklükte paraların döndüğü bir ortamda işin spor yanı da öyle küçülmüş ve öyle madrabazlığa dökülmüş ki! Nerede devlet bitiyor, nerede mafya başlıyor, hangi şey şike sayılır, medya kârları olgunun neresindedir, neyi oyun saymak gerekir, belli değil. Bizde birçok solcu Barselona’yı falan tutar ya, hadi canım siz de, demek gerekir.

Bizim kulüplere geldiğimizdeyse, onların da en az Barselona kadar uzaktan izlenmesi şiddetle tavsiye edilir. Bütçeler, giderler, “menajerlik” ücretleri, “komisyonlar”, “faizler”, “diğer giderler” saklanmayacak kadar ve saklanmadığı kadarıyla ortadadır. Milyonlarca insanı oyalamak, dahası gericileştirmek için her kulüp mali suç yarışı içindedir. Ya dedikodular: Maaşa bağlanmış tribün liderleri, ücretle yorum yazdırılan “saygın” spor yazarları, kendi kulübünden komisyon alan antrenörler, bir otel parasına, iki yemeğe oy değiştiren kongre üyeleri... Hepsine dedikodu, iftira deyip geçmek en iyisi de, ülkemizdeki hakim insan karakteri belli, gözümüzü kapasak, kulağımızı pamuklasak, kokuyu ne yapacağız?

Konunun bizi ilgilendiren bir başka yanı, tüm bu kör dövüşü içine solcuların da çekilmesi. Solun solcuların bu alandaki enerjisi de denetleyemediği, ele geçiremediği güçlerin liderliğinde kötüye kullanılıyor. Beşiktaş’ın bütçelerini fanatikçe onaylayanların önemli bir bölümü belli ki Atatürkçüler, CHP’liler falan. Daha solda olanlar da az değil. Galatasaray’a göz atıyoruz: O taraftar bazen güzel işler yapıyor, ama çoğun önüne arkasına bakmaksızın sistemin çarklarını destekliyor. Kimi aklı evvel Galatasaylı “solcular” temiz bir lig için Fenerbahçe’nin kesinlikle ligden atılmasını savunuyorlar. Hatta Beşiktaş’ın, Trabzon’un. Geniş bir taraflı-tarafsız kamuoyu kesiminin 80 sonrasında Galatasaray’ı “gönüllerin şaibe şampiyonu” gördüğünü inkar ederek, olayın bu yanını neredeyse hiç sorgulamayarak.

Fenerbahçeli kimi solcular da ayrı bir alem. AKP’ye direnen neredeyse tek güç gibi görüyorlar kulüplerini. Operasyonun siyasi yanının belirgin olduğunu, Fenerbahçe’nin ele geçirilmek istendiğini, Yıldırım’ın sadık bir AKP’li olsa başına bunların gelmeyeceğini geniş bir kesim dillendiriyor, bunlar doğru. Ama futbolumuzdaki yanlış öyle büyük ki, AKP veya hükümet yanlılığı veya karşıtlığı öyle karmaşık ve gizli olgularla ortaya çıkıyor ki, burada da bir “solu kullanma” durumu, solun kendini kullandırması gerçeği bariz. Fenerbahçeli solcular, daha somutlayarak söyleyelim sosyalistler, o trilyonların döndüğü piyasayı denetleyebilmekten, o karanlık ilişkileri izleyebilmekten, milyonlarca taraftarı yönlendirebilmekten, dahası tribünde bir güç oluşturabilmekten öylesine uzaklar ki, dün öyleydiler, bugün de öyledirler fanatik davranıp konuşabilmeleri, bizim değerlerimize değer katmıyor, spora spor ruhu kazandırmıyor, açıkçası bence solu güçlendirmiyor.

“Önce politik çıkar ve buna tabi olarak ahlak gelir” diyenlere şunu soruyorum: İlkesiz davranıldığı ve yeterince ahlaklı olunmadığı hangi yerde, hangi politika solun işine yaramıştır, onu güçlendirmiştir?

Sonuçta en başta kendime sesleniyorum: “Bu grup bizim grubumuzdur” diyebileceğimiz, güçlü, vurdu mu ses getiren bir güç oluşturamadıkça hiçbir kulüp içinde fanatikleşmemek gerekir. O güne dek elbette kötüye karşı daha az kötüyü destekler yeğlemelerimiz olacaktır, elbette o güne kadar da kitlelerin içinde bulunacağızdır, ama fazlaca da kendimizi kaptırmadan.

Futbolu seveceksek biraz mesafeli sevmekte fayda var.