Evrim Kuramına Sığ Bakışlar

Evrim kuramının hemen her ülkede aşırı dincilerin sataşmalarına uğraması, bu çok önemli kuramı yaratılış-doğal gelişim tartışmasına sıkıştırıyor. İnsanın biyolojik bir evrimin son halkalarından gelişmiş bir hayvan mı, yoksa dünyada birdenbire ortaya çıkan Tanrının sevgili kulu mu olduğu üstünde yürüyen tartışma önemsiz değil.

Fakat evrim kuramından, insanın temel sorunlarının nedenlerini anlamakta ve bunlara çözüm yollları bulmakta da yararlanabiliriz. Kuşkusuz bu yaklaşım ilkinden daha önemli, daha hayati. Ama çoğu bilim insanı ve aydın, kuramın böyle açılımlara olanak verdiğinden habersiz.

Evrimsel psikoloji bizlere insanı daha iyi anlamakta ciddi bir şans sunuyor. Sözünü ettiğim bilim dalının temel önermesi şu: Modern insanın atası olan primat, 3 küsur milyon yıl önce, şimdiki modern insansa yaklaşık 150 bin yıl önce ortaya çıktı. İnsan bu çok uzun sürecin yüzbinlerce yılında avcı-toplayıcı sürü-kabile yaşantısı içindeydi. Beyni, zekası, yetenekleri, son 10 bin yıla dek, avcı-toplayıcı toplumun çok çetin yaşam koşullarının gerekleri doğrultusunda yaşamda kalabilmek ve üreyebilmek üzere evrimleşti.

Sadece bu değil. Bizim kültür dediğimiz ve sadece sosyal bir olgu (ekonomik temelli kabul etsek de sosyal bir olgu) saydığımız davranış ve anlayış kalıplarımız, aslında doğal seçilimin sonucu olarak gelişen psikolojik reflekslerdi. Çok basit bir örnek verelim. İnsanın dışkıdan iğrenmesi. Pislik duygusu. İnsanda söz konusu kültür ögeleri durup dururken ortaya çıkmadı. Veya pislikle karşılaştıktan sonra hastalanıp ölenleri gördükçe insanların bilinçlerinde bir kıvılcım çakması ve bu sakınımın eğitimle sonraki kuşaklara aktarılmasıyla oluşmadı. Elbette bir kez ortaya çıktıktan sonra bu yaklaşım "sosyal kültürün", eğitimin içine de girdi. Ama temelde genetik kodlarımıza işlemiş psikolojik bir düzeneğin üstünden doğdu o kültür. Şöyle ki, dışkıyla pislikle içlerinden öyle geldiği için haşir neşir davranan bireyler daha çok hastalandılar, öldüler. Rastgele süreçler sonucu genetik bakımdan dışkıdan, sair pisliklerden uzak kalmayı yeğleyen bireyler ise daha çok yaşadılar, daha çok ürediler. Bunun sonucunda dışkıdan iğrenen bireyler insanda çoğunluğa geçti ve o da kendi kültürünü oluşturdu.

Kısaca özetlediğim bu yaklaşım çevre mi genetik mi, kültür mü biyoloji mi kısır tartışmalarına da yeni bir çıkış olanağı sunmakta.

Fakat avcı-toplayıcı toplum sorunlarına çözüm bulmakta seçilime uğrayarak evrimleşmiş insan beyninin yan ürün sayılan olanaklarıyla müthiş bir teknoloji, büyük bir "uygarlık" yaratması asıl sorunu oluşturuyor. Teknoloji ve sistem yaratmada, milyonluk kentler, milyarlık devletler kurmada pek zeki görünen insan türü, akıl kapasitesi bu yarattığı canavarlarla baş edecek düzeyde bulunmadığı için son 10 bin yıldır büyük sıkıntılar yaşıyor.

Evrimsel psikoloji bugün için yalnızca insan sorunlarına tanılar koyuyor. Marksist yaklaşımla nerede bağdaşıyor, nerede çelişiyor, henüz ortaya kapsamlı ve nitelikli biçimde dökülmediği için bu tanılar bazen kaba kalıyor, bazen ayrıntılarda boğuluyor. Sorunların çözümü noktasında ise pek bir şey önerdiği yok (tıbbi yaklaşımlardaki ufuk açıcı katkıları dışında). Öteden beri insanlığın problemlerini sosyalist bakışla ele almaya çalıştığımdan, evrimbilim düşüncelerime 20 yıl önceden yön vermeye başlamıştı. İleri sürdüklerim evrimsel psikolojinin verileriyle asla sınırlı değil, ama o disiplinden ileride daha çok yararlanacaktır.

Önemli sosyalist kuramcı Hikmet Kıvılcımlı'ya da benzer şekilde bakıyorum. Mesela Kıvılcımlı'nın "antika tarih" tezi. Bu teze göre burjuva toplumuna kadarki eski tarihte, sürece yön veren asıl çatışma uygarlık-barbarlık çatışmasıydı. Bir uygarlık ortaya çıktıktan sonra gelişme aşamasına girerdi genellikle, ardından yozlaşma aşaması gelirdi. "Uygarlık" sınıflı bir sistemdi, binlerce yıl köleci bir sistem olmuştu ve içindeki uzlaşmaz karşıtlıklar nedeniyle yozlaşmaya sürüklenmesi kaçınılmazdı. Uygarlıklar sürekli biçimde çevrelerindeki değişik gelişmişlik aşamalarındaki barbar toplumların saldırılarına uğrarlardı. Sistem yozlaşmaya başladığında bu saldırılara karşı koyamaz ve barbarlarca yıkılır, ele geçirilirdi. Ardından muzaffer barbarların eski uygarlık kalıntıları üstünde hızla gelişmesiyle ortaya çıkan yeni bir uygarlığa geçilirdi.

Bu kuramda beni asıl ilgilendiren, barbarların niteliğiyle ve söz konusu başarı nedenleriyle ilgili saptamalardır. Kıvılcımlı'ya göre barbarlar ilkel komünal toplumun ilkel sosyalist geleneklerini bünyelerinde kuvvetle taşıyan topluluklardı. Evrimci psikolojiye göre de insan esas olarak türsel yaşam sürecinin yüzde doksan dokuzunda ilkel komünal refleksler geliştirmiş bir canlıysa, bu son 10 bin yılın sınıflı toplumları nereden çıktı? İnsan doğası gerçekte sosyalizme mi uygun? (Kapitalizm yanlısı veya tarafsız düşünürlerin söylediklerinin aksine.)

Bir şey daha var: Kıvılcımlı'nın ilkel sosyalist barbarları ilkel faşistlere de pek benziyorlar işin doğrusu. Ve af buyurun, sosyalizmle faşizm birbirine bazı yönlerden hayli benziyor. Bu bir dokundurma değil, samimi bir saptama. Benim kafamdaki sosyalizmin "özgürlükçü" değil, toplum yararını her şeyden öne alan disiplinli bir sosyalizm olduğunu pek çok kez belirtmiştim. O bir yana, dün ve bugün siyasal ve askeri başarıyı getiren, yığınları peşinde sürükleyen yoksa sosyalist kültür değil de, insanlığın faşizme yatkınlığı mı?

Tüm bu sorunsala bir başka noktadan başlangıç niteliğindeki uzun yazım için kaanarslanoglu.blogspot.com adresine tıklanabilir.

Yazarımız Kaan Arslanoğlu'nun cuma günü bir yanlışlık nedeniyle yayınlayamadığımız yazısına bugün yer veriyoruz. Okurlarımızdan ve Arslanoğlu'ndan özür diliyoruz. soL Ekibi