“Devrimden Sonra” Filmi ve Seçimden Önce Sosyalistler

“Devrimden Sonra” filmi ve üstünde dönen tartışma, seçim öncesi Türkiye sosyalistlerinin pek parlak sayılmayacak durumunu sergiliyor.

Baştan filme bakalım. Filmin amacı ne? Sosyalist devrimin bir ülkeye neler getirebileceğini gösterip, tartıştırmak. Bu bir “sanat” filmi değil, o açık. Bu bir propaganda filmi. Türkiye’de ve dünyada en çok unutulan şeyi, en çok ihtiyaç duyulduğu halde en çok inkar edilen şeyi, kendine “sosyalist” diyenlerin en kolay sattığı şeyi hatırlatmayı amaçlıyor: Sosyalizmi.

Bunu şu ortamda başarıyor mu? Evet, başarıyor. Devrimi unutmuş, devrimle ve siyasi mücadeleyle sosyalizm amacı arasındaki bağlantıyı koparmış on binlerce insana sosyalizmi ve devrimi tartıştırıyor mu? Evet, tartıştırıyor. Sosyalizm hakkında pek az şey bilen insanları sosyalizme yaklaştırma olanağı yaratıyor mu? Evet, yaratıyor.

Hele ki olanaksızlıklarıyla birlikte ele alındığında çekimler hiç de acemi işi görünmüyor. Diyaloglar fena değil. Oyunculuklar gayet güzel. İnsan psikolojisi işte, yanlış ama, gerçek: İyi oyunculuklara, oyuncuların tanınmış yüzleri eklenince inandırıcılık iyice artıyor. Çekim ve yapımla ilgili bazı basit kusurlar düzeltilebilseydi, usta işi bir yapım bile diyebilirdik.

Filmin en zayıf noktası özellikle bazı bölümlerde aşağı çeken hikaye zayıflıkları. Bunun getirdiği birtakım vurgu noksanları veya yanlış anlamaya yol açacak hatalar... Onlar da kısa bir düzelti çalışmasıyla büyük ölçüde giderilebilirdi. Ama yapılmamış. Neyse, umarım bir dahakine.

Sonuçta bu da bizim sanat gücümüzü, siyasi propaganda gücümüzü yansıtıyor. Biz buyuz. Bu kadarız. Bu böyle diye vaz mı geçeceğiz?

Usta sinemacılarımız hangi öyküleri, nasıl çekiyorlar? Kıran kırana siyasi mücadeleden, sınıf kavgasından, kapitalizmin vahşi sömürüsünden, sistemden kaynaklanan ağır adaletsizliklerden, insanlığın tek çıkış yolu sosyalizmden hangi yetkin edebiyatçılarımız bahsediyor, hangi tanınmış ve bol ödüllü yönetmenlerimiz böyle konuları işliyor? Benzer temada, fakat daha iyi bir film çekildi de, biz mi işitmedik?

Yoksa sanatçılarımız, hem de “solcu” ve hem de “sosyalist” sanatçılarımız çoktandır eğlencelik başyapıtlarla mı meşguller? Her güce boyun eğen mıymıntı insanların, kendine bir faydası dokunmayan bunalım yaratıkların karanlık çekimlerini seyrede seyrede sinemayı karabasanlaştırmadık mı on yıllardır? En “devrimci” sinemacılarımız bile sosyalistleri zavallı masum çocuklar olarak göstermeyi destek ve ödül kapılarının anahtarı yapmadılar mı?

Sosyalizmden bahsetme, devrimden bahsetme cesareti gösteren sanatçılar bu kadarsa, bunlarsa, bu iş bu kadardır ve daha iyisi gelene dek alanda rakipsizdir.

Tıpkı bugün TKP’nin böyle bir rakipsizlikle seçime girdiği gibi. Bin tane eleştiri getirebilirsiniz ona da, çoğu da doğrudur belki, ama başkası çıkmadığı sürece alanda rakipsiz örnektir. İster şans deyin buna, ister şanssızlık, gerçeğin ta kendisidir.

Sosyalist çok bu ülkede. Akıllı, bilgili, cin gibi sosyalist çok. Yüz binlerce ve belki milyonlarca. Eleştiriye gelince, herkes eleştirir. Hata yaptın mı tokat gibi yüzüne vururlar. Devrim desen âlâsını bilirler, ayak üstü bin bir ders verirler. Sosyalizm desen işin uzmanı onlardır, komünizme nasıl varılacağının kırk yolunu gözü kapalı tarif ederler. Ama ne zaman ciddi bir dönemece gelinse sosyalistlerin sosyalist olarak ortaya çıkmaması gerektiğini, daima şucu bucu kılığında, daima şunun veya bunun yanında ortaya çıkması gerektiğini savunurlar.

Dedik ya, çoğu “normal yaşamlarındaki” siyasi tartışmalarında fena halde Marksisttir. Hatta Marksizmleri su katılmamış en saf Marksizmdir. Marksizmin güncele uyan en gelişmiş örneğidir.

Ama hepsinin Marksizmi onlara şunu söyler: “Sosyalizmden vazgeç!” “Şu aşamada vazgeç!” “Siyaset budur!” “Sonra tekrar savunursun sosyalizmi!” "İşinde çalışırken vazgeç, evinde ailenle yaşarken vazgeç, eğlenirken vazgeç, sanat yaparken veya sanat izlerken vazgeç!” “Siyasette ve özellikle seçimde tümden vazgeç!”

Son okuduğum kitap siyasette başarı yollarını inceliyor uluslararası planda. Ve uluslararası bir kural: Ne kadar ilkesiz, ne kadar etik dışı davranırsan siyasette başarı şansın o kadar artar. Hayır, her başarılı grup illa ki pislik yapmıyor elbette, az çok ilkeli başarılar da mevcut. Her kirlenen de zafere ulaşmaz. Fakat kural da kural hani, başarı şansını artırmak isteyen fırsatçılıktan kaçınmayacak.

Siyasette bu böyle. Sanatta böyle. Bilimde bile böyle. Ne kadar çok uzlaşırsan, ne kadar çok ödün verirsen, “başarma” ihtimalin de o kadar yükseliyor.

Bizim sosyalistlerimiz de yamanmak için kendilerine çok geniş bir yelpaze içinden illa ki bir güçlü odak seçerken, bilerek veya bilmeyerek o kuralı uyguluyorlar. Ve en çok nereden taviz veriyorlar: Sosyalizmden. Sosyalist duruştan. Kaçmak, sıyrılmak, kalabalıkta iz kaybettirmek için sırttan çıkartılıp fırlatılacak ilk giysiden.

Günlük yaşamda bu böyle, işte, evde böyle. Bilimde böyle. En çok da sanatta, siyasette böyle.

Sosyalist şapkayı atıp, üstüne basarak kaçarken bir de küfretmek gerek ona. Kim ne tarafa seyirtiyorsa oranın küfür dağarcığıyla tüm karşıya ve bu arada gerçek sosyaliste de birkaç küfür sallanacak elbet: Attım bu şapkayı, sosyalist şapka sandım, meğer Ulusalcılıkmış, meğer Ergenekonculukmuş, meğer Kürtçülükmüş, meğer maceracılıkmış! Meğer hayalcilikmiş! Daha sonra Marksizmle etiği birleştirmekten, ahlakçı bir sosyalizmden bol bol bahsedebilir kişi. Seçim hele bir geçsin, şu film hele bir bitsin, teoriye dalar aklanırız, tekrar en “etik” ve en saf Marksist oluveririz.

Böyle bir ortamda seçime gidiyoruz. Siyasette ve sanatta biz buyuz, bu kadarız, bu kırattayız.

Böyle bir düzende, böyle bir dünyada “başarı” da olmayıversin diyeceği geliyor insanın.