Anti-Komünizm Zeka Geliştiriyor

"Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor: Komünizm hayaleti. Ve bu hayaletin canı fena halde sıkıldı." (Alıntı: desqpio.blogspot.com)

Pek çok toplumsal olguyu yanlış yorumlamam sol anti-komünizmi bir türlü benimseyememekten kaynaklanıyormuş. Son günlerde okuduğum birkaç şey sorunu kavramama yol açtı ve önümdeki sis perdesini hızla kaldırdı. Bunlardan biri Cumhuriyet Pazar Eki'nde 4 Ocak'ta çıkan yazı: "Vicdani Zeka Cüretkar, Ama Samimi". Öbürü Vatan Pazar'ın 11 Ocak tarihli sayısında Ufuk Uras'la yapılan söyleşi. Üçüncüsü de Murat Aksoy'un editörlüğünde Özgür Yayınları'ndan çıkan "Sosyal Demokrat Parti Krizi ve Sol Arayışlar" adlı kitap.

"Vicdani zeka" cidden üstünde yıllardır düşündüğüm bir kavram. Kişilerin IQ'larını ölçebiliyoruz, sonra EQ diye bir kavram çıktı, yani duygusal zeka. Kişinin sosyal uyum yeteneğini gösteriyor. Fakat bir kişi diyelim bir uğraşı alanında yüksek IQ ile çalışıyor, EQ'su da güzel. Ama puanlarının yüksek çıkması o kişinin ne iyi bir insan olduğunu gösteriyor, ne de işini layıkıyla yaptığını. Bunun için, kişinin karakteri ne düzeyde, ahlaki bakımdan ne özellikte, onu anlamamız gerekiyor. Böyle bir ölçek geliştirilirse, çeşitli meslek dallarındaki çalışmalar, toplumsal ilişkiler, sosyalist faaliyetler ve daha binlerce alanda bir devrim yaratır. Tam da o noktada "Hah!" dedim, "sonunda aradığım kişiyi, beklediğim yaklaşımı buldum."

Düşüncelerimde adeta bir zeka patlamasıyla yeni bir çığır açılması işte o yazıyla başladı. Evet her alanda en çok bakmamız gereken şey vicdan. Onun da ölçeği bulunmak üzere! Hem de bir Türk tarafından. Övünebiliriz. "Young Guru Academy"nin kurucusu Sinan Yaman'la, Ali Deniz Uslu röportaj yapmış. Yaman, sonuna dek katıldığım şöyle görüşler ileri sürüyor: "Her şey zeka ile çözülmüyor. Vicdanlarından uzak, sonuca odaklı, her şeyi mubah sayan stratejilerle hayata bakıyoruz. Gözümüz döndü. Ben de çokuluslu bir firmada 20 ülkeden sorumluydum, bu çarkı iyi tanıdım ve değişmesi gerektiğine inanıyorum." Yaman söz konusu değişim doğrultusunda başta Amerikan üniversiteleri olmak üzere 50 farklı üniversitede konferanslar vermiş, şimdi de "çokuluslu ve uluslar arası firmaların üst yönetimlerinin danışmanı." Sahi, bir değişim talebi varsa, bunu kapitalizmin en üst düzey yöneticilerinden başlatmak son derece akılcı olduğu kadar ihtilal niteliğinde bir buluş değil mi!

Yazıya tekrar değineceğiz, ama Ufuk Uras söyleşisini daha fazla bekletmek yakışık almaz. Uras diyor ki: "CHP otobüsüne binerek solculuk yapılmaz." CHP'yi desteklemeyeceklerini, böyle bir tutumun solcu bir tutum olmayacağını belirterek, illa CHP'den aday olmak isteyen ÖDP'li varsa onların yeri kapının dışıdır, diyor. Yeni demeci, aynı gazetenin 15 Kasım tarihli haberini akla getiriyor. Başlık şu: "Baykal'a sürpriz destek." Haber özetle şöyle devam ediyor: "ÖDP, Ankara, İstanbul, İzmir gibi şehirlerde CHP'yi, Eskişehir'de Büyükerşen'i destekleme eğiliminde. Parti, Kırşehir, Hopa gibi yerlerde ise kendi adaylarını çıkaracak... VATAN'a konuşan ÖDP lideri ve İstanbul Milletvekili Ufuk Uras, 'Genel olarak solun tek aday ile yola çıkması gerektiğini düşünüyoruz' dedi. Uras, 'Bizim arzumuz solun AKP'ye karşı tek aday ile vatandaşın önüne çıkmasıdır. CHP'nin önseçim ya da kanaat önderlerinin tavsiyesi ile adaylarını belirlemesi durumunda bu daha da kolay olur. AKP'ye karşı Türkiye'nin her yerinde birlikte hareket etmemiz gerekiyor. Ankara'nın Melih Gökçek'ten kurtulması için tabi ki Murat Karayalçın'ı destekleyeceğiz. Benzer durum İstanbul için de geçerlidir' dedi."

Aradan iki ay geçmemiş, tam tersi ifadeler. Ben ilk yazıyı ve birazdan bahsedeceğim kitabı okumamış olsaydım kaba bir tavırla: "Yuh artık, sosyalist sol böyle yalancılık görmedi" derdim. Fakat artık demiyorum. Niye demiyorum, çünkü sağ-sol kavramlarım değişti. Söz konusu kitabın editör yazarı Murat Aksoy bana şunu öğretti: Çok partili rejime geçtikten sonra siyasal yelpazede solu ve sağı tanımlarken hep derin bir yanlış içine düşüyormuşuz. Biz, CHP tabanını, 27 Mayısçıları falan solcu Demokrat parti, Adalet Partisi ve öteki sağ partilerin tabanını sağ olarak görmüşüz bugüne kadar, oysa hakikat tam tersiymiş. (s.21) Özür dilerim öteki "sağ partiler" derken yine yanlışa düştüm, sol partiler olacak. Düzeltiyorum: DP, AP, MHP, MSP gibi sol partiler demem gerekiyordu. Şimdi tarihsel plandan meseleye böyle bakınca her şey aydınlanıyor. Yeter ki komünist dogmalardan kurtulalım.

Kitapta sadece Hasan Bülent Kahraman'ın yazısını okusanız bile kısır dogmalardan kurtulabilirsiniz. Örneğin Kahraman, 68'den sonra sol dalganın geri çekilişini şöyle izah ediyor: Avrupa'daki sol partiler, "proletarya diktatörlüğü" kavramını tüzüklerinden atarak özgürlükçü solun hamle yapması için güzel bir zemin hazırlamışlar. Tam o sırada aksi gibi kapitalizm krize girmiş. Yine bu esnada birtakım solcular şiddete yönelmiş. Avrupa ve Dünya halkları da bunun üzerine soldan sıkılmışlar, yahu elimizde hiç değilse güzel bir kapitalizm vardı, onun içinde bir şekilde solculuk yapıyorduk, şimdi o da krize girdi, siz de iki dakika rahat durmuyorsunuz, devrim devrim diye tutturuyorsunuz, aaa yok, bunaldık artık, biz sağcı olacağız, demişler. (s.38)

Kahraman'dan öğreneceğimiz en önemli şey elbette bu değil. Devrim istemeden Marksist, proletarya diktatörlüğüne karşı durarak leninist olunabileceğini de gösteriyor bize. İkide bir "somut şartların somut tahlili" demesi ve Lenin'den bahsetmesi o yüzden. Geçmişte olsa "İnsaf! Bu artık bir sahtekarlık!" derdim, ama şimdi demiyorum. Eskiden olsa ben böyle bir tutumu hiçbir şeyden vazgeçmeme açgözlülüğüyle açıklardım. Sağcı olacaksın, düzenden yana tavır alacaksın, ama tek bir sol değeri bile başkasına bırakmayacaksın, tavrı. Olabilir, siyasette geniş düşünmek gerekiyor. Olumlu bütün değerler, kavramlar, isimler kullanılmalı. Bunların hiçbiri politik rakiplere bırakılmamalı. Lenin'den nefret ediyor olabilirsiniz mesela, ama her musibette iyi bir yan vardır diyerek onda bile bir şey bulacaksınız, rakibe teslim etmeyeceksiniz. Hele "sol" "sosyalizm" gibi genel kavramlar, yerlerde sürüklenseniz, ölseniz bile dişle tırnakla tutup asla bırakmamanız gereken kavramlar. O kavramların yalnızca öteki solun elinde bulunduğunu düşünün. Tahayyüllü bile irkiltici. Cumhuriyet'teki yazıda belirtildiği gibi vicdan kavramı da asla komünistlere bırakılacak şey değil.

Şimdi olaya böyle geniş bir perspektiften bakarsanız bugünkü güncel çatışmalardaki suçlamaları da iyi kavrarsınız. Örneğin Ergenekon operasyonuna karşı çıkan herkesi devletçi, faşist ve darbeci olarak görüyorlar ya Uraslar, Kahramanlar biz yanlış bir yerden baktığımızdan boşuna savunmaya çalışıyormuşuz kendimizi. Ne diyorduk mesela, devletle, iktidarla, darbeyle hiç işi olmayan birileri varsa, onlar da bizleriz, gibi boş sözler. Eğer sağ sol kavramlarınız çarpıksa, bunları sabahtan akşama yineleyin, neye yarar. Siz sol güçleri sağ, sağ güçleri de sol olarak algılıyorsanız devletle, iktidarla bir şekilde bağdaşıklık kurmuş oluyorsunuz. Çünkü şu toplumda yaşayıp iktidarı paylaşmamak mümkün değil. Böyle bir şey hayal, çıkarın aklınızdan. İktidarın hangi kanadındasınız, sadece o önemli. İktidarın içindeyseniz ve bizden taraf değilseniz o zaman öte taraftasınız, bu kadar açık.

Tablo önümüzde bu şekilde açılınca Orhan Pamuk karşısında alınan tavrın da neden büyük önem taşıdığını kavrıyorum. Uras'a göre Orhan Pamuk'u sevip sevmemek solculuğun en önemli ölçütü. Onu Nazım'la kıyaslıyor ikide bir ve sosyalist bir refleksle korumaya çalışıyor. Nazım'la aralarındaki fark birkaç rastlantısal ayrıntı. Söz gelimi pasaport verilse Nazım da Amerika'da yaşardı ve belki Nobel de alırdı. Yadırgatıcı ama gerçek. Bir kişinin solcu olup olmadığını Orhan Pamuk karşısında verdiği renkten anlıyoruz. Birkaç hafta önce benim de düşündüğüm gibi eğer onu azgın bir ideolojik gerici ve sıkı bir Amerikancı olarak görürseniz, bilin ki faşistsiniz.

Uras kurt bir sol lider. Bazen solcu görünüp sağcıların kalbini fethediyor, bazen sağ görünüp sol fikirleri ince ince benimsetiyor. Sol ve sağın diyalektik biçimde bu denli hızlı değişimini bizimkiler gibi sıradan kafaların anlaması mümkün değil. Ciddi sosyalist söylemin arasına çok ince bir mizah katması tam bir deha işi. Örneğin şu sözleri: "Araç-amaç ilişkisinde araçların her zaman amaca uygun olması bizi her zaman pragmatizmden, Makyavelizm'den koruyor ve bu da tabii siyasetin etik önünde eğilmesi, etiğe tabi olması gibi avantajlı konumda tutabiliyor. Siyasetin de bir Hipokrat yeminine ihtiyacı bulunuyor." (s.196) İnce göndermeleri anlamadıysanız gülmemişsinizdir elbet, şuradaki kelime oyunlarına bir bakın: "Etik" diyor, "siyasetin etiğe" tabi olması. Burada etikten kastettiği kendisi. Siyaset Ufuk Uras'a tabi olmalı diyecek hali yok herhalde yekten. İnce bir ayar yapıyor. Hipokrat yemini daha anlamlı. Hani doktorlar Hipokrat yemini ederler, ondan sonra her şey serbesttir... Bize de böyle, bir kez ettikten sonra insanı dokunulmaz kılan bir yemin lazım diyor. Bunu da milletvekili yemininden esinlenmiş.

Şimdi bazı şeyler çok güç anlaşılıyor ya siyasette, kim iyidir kim kötüdür, Ali Deniz Uslu kardeşimizin tanıttığı vicdan testi çıksa ortaya, bunu anlamak için IQ da gerekmeyecek. Yine de Uslu'ya ihtiyatlı yaklaşmasını öneririm. Vicdan testinde ya kolunu kıran polis ondan fazla puan alırsa? Ee, tabii o darbecilerin gazetesinde çalışıyor, polisse seçimle işbaşına gelmiş bir iktidarı demokrasi düşmanlarından var gücüyle korumaya gayret ediyor.

Solun önderliğinde parlak akıllar bulunması sevindirici. Şu kuramsal çözümleme yeteneğine bakın: Uras'a soruyorlar AB emperyalist değil mi, niye ondan yanasın? Cevabı yapıştırıveriyor bizimki. İngiltere, Almanya, Fransa tek başlarına emperyalist sayılabilirler, ama bunlar topluca emperyalist değiller şimdilik. (s.202) Anlamayanlar için formül şu: Ayrı ayrı üç emperyalist toplandığında bir sosyal demokrat yapıyor, on küsur emperyalist bir araya gelirse sosyalist bir birlik kuruluyor.

Fakat şunu da görüyorum ki, liderler bir şekilde bulunur. Değiştiklerinde belki yerlerine daha iyileri gelir. Burada önemli olan solda BelgeOralPamukUras türünde önderlerimizi öne çıkaracak, onların değerini bilecek zeka ve karakter seviyesinde hatırı sayılır oranda bir yığının bulunması. Geçmişte bir avuç sol öncüyü tehlikeli bulduğum gibi bir izlenim bırakırken, asıl onları oraya getiren alttaki yığını tehlikeli buluyordum. "Onlar da solcu, niye uğraşıyorsun" diyenleri. Ve bu kitleyi ortaya çıkaran koşulları.

Şimdiyse alttaki bu özgürlükçü yığını ve onları ortaya çıkaran koşulları umut verici buluyorum. Sekter, dogmatik sol bu yığını görmezden gelerek, koşullara rağmen kendi dere yatağını açmaya çalışacaktır. Buna eni konu başlamıştır. Solun önderleri söz konusu yıkıcı kargaşa yatağını umut verici özgürlükçü yığınla nasıl doldurup kapatacaklar, mesele odur. Bugüne dek yaptıkları gibi bunu düşünmelidirler, düşüneceklerdir.

KARAYALÇIN'I ANTİ-KOMÜNİZM DE KURTARMAZ

Ankara'da Gökçek'e karşı Karayalçın'ı desteklemedikleri, üstelik karşı propaganda yaptıkları için partili arkadaşlara içerlemiştim. Onlar da "Sen bilmiyorsun, o ne kadar gericidir" demişlerdi. İkna olmamıştım. Üstelik gericilik kötü bir şey mi? Ama son demecinden sonra Karayalçın'ın mental durumu beni umutsuzluğa sevk etti. Adam seçim anketinden önce kendine test yaptırmış. Durumun feci olduğunu görünce anti-komünizm dozunu biraz daha yükseltmeye karar vermiş. O sıra biri bunu işletmiş. "Ankara'da bir milyonun üstünde Çarlık yanlısı ikamet etmekte. Onların desteğini alırsak işi götürürüz" demiş. Gökçek'e Bolşevik demesi o yüzdenmiş.