Yurtseverliğimiz

Özelleştirmeler, uluslar arası tekellerin direktifleri, işgalci orduların güzergahı olmak... Bu operasyon nasıl durdurulur ? Bu ülke nasıl savunulur ? Bütün bunlar kimin, hangi sınıfın işidir ?

Türkiye, Cumhuriyetin başından beri bir çevre ülke konumunda. Ancak böyle olması, çevresel konumunda dönemsel özgüllüklerin yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Türkiye'nin, İkinci Savaş sonrasında, emperyalist sistemle eklemlenmede üç farklı dönemden geçtiğini söyleyebiliriz.

Birincisi ithal ikameciliktir. Bu dönem Batı'da sosyal devlet aşamasına denk gelir. Türkiye'ye yansıması 1960'ların başını bulmuş ve ancak 10 yıl kadar sürmüştür. Ülkemizin, temel yatırım mallarını dışarıdan almak koşuluyla, iç pazarına yönelik bir sanayileşme hamlesini gerçekleştirmesine izin verilmiştir. İhracata yönelik kalkınma denilen ikincisi, kapitalist sistemin içine girdiği bunalımla ilişkilidir. Merkez sermayesi, Batılı kapitalist ülke pazarlarına yönelik üretim hedefiyle, emek gücü daha ucuz ve daha baskılanmış çevre ülkelere yönelmiştir. Bu dönemde, çevre ülkeler, bütün kurumlarıyla, merkez kapitalist ülkelere üretim yapmak üzere yeniden yapılandırılmıştır. Böylece çevredeki yerli sermayenin iç pazarla bağı önemli derecede kopmuştur. Üçüncü dönem ise, bunalımın uzaması sonucunda ortaya çıkmıştır. Küreselleşme olarak tanımlanmaktadır. Artık, Batı sermayesi, çevre ülkelerin ekonomisini tamamen ele geçirmek ve istediği biçimde şekillendirmek istemektedir. Bu amaca yönelik en önemli stratejiler ise özelleştirmeler ve uluslar arası tahkim gibi bağlayıcı kurallardır.

Bu üç dönemde, bütün katmanlarıyla Türkiye burjuvazisinin ortak özelliği yabancı tekellerin taşeronu olmasıdır. İlkinde, yatırım mallarının içeride montajlanarak pazarlanmasının ikincisinde merkeze ucuz mal üretmenin üçüncüsünde ise ülkenin bir bütün olarak satılmasının taşeronudur. Bu işten yerli sermayemiz ne kadar kazanmıştır sorusunun yanıtı, kaportasını ineklerin kemirebildiği hep söylenen Anadol marka otomobillerin, piyasaya, bugünkü yabancı arabaların fiyatıyla sürülmüş olması örneğinde bulunabilir. Bu kadar arsızdırlar.

Ancak daha önemlisi şudur: Son 50 yıl içinde Türkiye burjuvazisi, giderek, bütün milli, ulusal, yerli karakterini yitirmiştir. İthal ikameci dönemde, iç pazara yönelik üretim yapmanın gereği olarak, belli ölçüde ulusal duyarlılığının olması doğaldı. Ancak, Türkiye sanayinin iç pazardan kopması, Türkiye burjuvazisinin de bütün yerli duyarlılıklarını bir kenara bırakmasını gerektirmiştir.

Bir de buna kızışan global rekabeti eklemek gerekir. Aynı sektörde ve uluslar arası piyasalar için üretim yapan yerli sermayenin, yabancı ortaklıklara yönelmeden ayakta kalması olanağı ortadan kalkmıştır. Bu nedenle yabancı ortak bulmak için her şeyi yapmak mecburiyetindedirler.

O halde, bugün yerli burjuvazi diye tanımlanabilecek bir kategorinin kalmadığını ve bunun orta ölçekli sermaye grupları için de geçerli olduğunu belirlemek gerekir. Bu ikincisinin temel karakteri de tamamen ithal girdiyle büyük uluslar arası markalar için ara malı üretmektir.

Sonuç, sermaye sınıfının ülke meselelerini yabancı tekellerin perspektifinden değerlendirme zorunluluğudur. Bu nedenle, bu gün, yurtseverlik, ülkeye sahip çıkılması gibi temalar, tam anlamıyla bir sınıf karakteri kazanmış durumdadır ve bu iş işçi sınıfının üzerine kalmıştır.

Dolayısıyla, yurtseverlik eksenli çıkışın milliyetçilik olarak nitelenmesinin hiçbir anlamı yoktur. Bu noktada asıl sorun, ülke meselelerini işçi sınıfıyla paylaşmayıp, onun iradesini, bilincini bilemek konusunda araçsız kalanlarla halen yerli burjuvazi arayışında olan sınıfa güvensizlerin tutumundadır. Birincisi dağınıklık, ikincisi sosyalizme ihanettir.