Türkiye’nin başkanlık ile fiili başkanlık arasına sıkıştırılmasına izin verilmemeli

“Hayır” çalışması önemli oranda bu çizgi üzerinde yürüyor.

Bu çizgi bir yandan başkanlığa, tek adam rejimine, diktatörlüğe “hayır” diyor, bir yandan da referandumda “hayır” çıkması durumunda işlerin verili halde devam etmesinde sakınca görmüyor. Dün Kılıçdaroğlu bu yaklaşımı aynen yineleyen bir açıklama daha yaptı.

Sonuç olarak 16 Nisan öncesindeki durumla, sonrasındaki “hayır”lı durumu fiilen eşitleyen bir çalışma yürütülüyor.

Oysa Kılıçdaroğlu’nun kendisi daha birkaç ay önce AKP’nin ülkeyi diktatörlükle yönettiğini, hükümetin bütün icraatlarına Erdoğan’ın tek başına karar verdiğini söylüyor ve buna itiraz ediyordu.

CHP geçen çok kısa süre içinde mevzisini daha da geriye çekmiş ve Erdoğan’ın yarattığı fiili durumu benimsemiş durumda. Şimdi ise referandum süreci içinde bunu halka da kabul ettirmeye yönelik özel bir strateji uyguluyor.

CHP’nin bu tutumu çok beklendik. Zira başka türlü bakmasına ne cesareti ne de dünya görüşü izin verir.

Ne diyecek?

AKP’yi iktidara taşıyan gücün ABD olduğunu, emperyalist odakların tamamının AKP’ye 2011 yılına kadar tereddütsüz destek sağladıklarını, ordunun tasallutuna son veriyor, demokrasiyi inşa ediyor diye arkasını sıvazladıklarını; bugün Türkiye’nin yaşadığı siyasi kaosun sorumlusunun Almanya ve ABD olduğunu; Türkiye tarımının AB kotalarıyla çökertildiğini; sanayisizleşmenin nedeninin Dünya Bankası’nın dayattığı özelleştirme politikaları olduğunu; dinci gericiliğin önünü açan 12 Eylül darbesini yapanlara ABD başkanının “bizim çocuklar” diye hitap ettiğini mi?

Ne yapacak yani CHP, kapitalizmin krizinin, emperyalist sistemdeki tıkanmanın Türkiye’yi diktatörlüğe koşturduğunu mu açıklayacak?

Bunu yapamayacağı için, rol yapıyor, gerçekleri gizliyor, halkı AKP’nin inşa etmiş bulunduğu fiili başkanlık rejimine razı etmeye çalışıyor.

Sorumluğu bu kadar ağırdır.

“Hayır”ı tek adam rejimine kilitleyen diğerlerinin durumu da aynıdır.

Emekçi sınıfları şimdi tek adam rejimi tehdidiyle ehlileştirmeye, düzen içinde tutmaya, biriken enerjiyi bu şekilde boşaltmaya çalıyorlar.

Kim bunlar? Bir zamanlar Haziran’da ayaklanan halkı darbeci olarak niteleyenler. 2010 referandumundan hemen önce “Türkiye’de laiklik sorunu yoktur” diyenler. “Yetmez ama evet” AKP’ciliği yapanlar. Emperyalizmle iş tutan Kürt hareketinde özgürlük mücadelesi görenler. Kapitalist düzene kesinlikle dokunmayanlar, dokundurtmayanlar.

Birileri Türkiye’de laiklik sorunu yok derken, AKP’nin gerici saldırısının önünü açıyordu. Birileri Haziran ayaklanmasına darbe derken, AKP’nin kurduğu ve sonra yine AKP tarafından başlarına yıkılacak masada Kürt sorununa çözüm arıyordu. Birileri Kürt hareketiyle özgürlük eksenli ittifak arayışı içindeyken, ABD Rojava’da bilmem kaçıncı üssünü açıyordu.

O birileri AKP’nin tek adam rejimini fiilen hayata geçirmesinin önünü açtılar, AKP’ye başkanlık rejimi için cesaret verdiler. Şimdi bu şekilde “hayır” diyor olmaları, bırakın diktatörlüğü engellemeyi, düzenin ve hatta AKP’nin işine gelir.

Bu sıkışıklık aşılmak zorunda. Bu ancak farklı bir rejim, başka bir alem için mücadele etmekle başarılabilir.

İşsizlik, yoksulluk, gelir eşitsizliği, özelleştirmeler, kamunun tasfiyesi, kalkınma, gericilik, laiklik konularında ne düşünülüyor?

Bu konularda ağzını açmayanların, bu konuların hangi iktisadi-siyasal nesnellik içinde çözülebileceğine dair herhangi bir imada bulunamayanların “hayır”ı bu düzen içinde erimeye ve “evet”leşmeye mahkumdur.

Piyasa ekonomisi sorunlarımızı çözemez. Dinci gericiliği geri püskürtmek için amasız, fakatsız, tereddütsüz laik tutum alınmalıdır. Sömürü düzeninin sürekliliğinin hem piyasacılığa hem de gericiliğe bağlı olduğu, AKP’nin sömürüyü derinleştirmek için dini kullandığı ve artık sömürü düzeninin devamının daha baskıcı bir rejime gereksinim duyduğu görülmelidir.

O nedenle “Hayır” kapitalist sömürü düzenine.