Özerklik: Yanlış istikamet

Konu bir süredir yakıcı biçimde gündemde. Ayrıca, Demirtaş, 26-27 Aralıkta yapılacak olağanüstü DTK kongresinde, özerklik sürecinin daha güçlü bir şekilde ilerletilmesi için kararlar alacaklarını açıkladı.

Kürt hareketinde devlet konusunda postmodern tez

Kürt hareketine özerklik fikri, Öcalan’ın yakalanmasından sonra geliştirdiği “demokratik konfederalizm” teziyle girdi.

O noktadan itibaren, devletin toplumların yönetiminde arkaik bir form olduğuna, doğrudan yönetim biçimlerinin yaşama geçirilmesi gerektiğine dair düşünceler hakim hale geldi.

Öte yandan, devletin, ontolojik olarak antidemokratik-baskıcı bir yönetim tarzına işaret ettiği görüşü, hem sosyalist sistemi hem de kamucu ekonomileri çökertmek için global ölçekte zaten kullanılıyordu. Postmodernizmin ayaklarını bastığı zeminin önemli argümanlarından birisi buydu.

Bu argümanları dillendirenlerin tek derdi, serbest piyasanın ve burjuvazinin tam tahakkümünü sağlamaktı. Sermayenin kamucu devlet tarafından herhangi bir şekilde sınırlanması istenmiyordu.

Kürt hareketi bütün bunları görmezden gelerek, büyük bir teorik hataya imza attı ve bu konuda kendisine yöneltilen eleştirilere de kulaklarını tam olarak tıkadı.

Nedeni, devletin zayıflamasının kendi hareket alanını genişleteceği beklentisiydi.

Eşitlikçi düzen için devlet zorunlu

Devletin, tarih sahnesine, Mezopotamya’da, sınıflı toplumla birlikte ortaya çıkmış olması postmodern tezlere zemin sağlıyor.

Sınıflı devlet yapısı, o zamandan beri, ilk andan beri, artı ürünün sömürücüler tarafından temellük edilmesini sağlayan zor aygıtı olarak çalışıyor.

Ancak bunun böyle olması devletin her daim sınıflı karakter taşıyacağı anlamına gelmiyor. Nitekim sosyalist devlet, üretimin organizasyonu işini üstleniyor, karşı devrimci güçleri devre dışı bırakıyor, artı ürünü emeğe göre paylaştırıyor ve insana yatırım yapıyor.

Devlet ancak, karşı devrim ihtimalinin ortadan kalktığı, üretici güçlerin ihtiyacın ötesinde üretim gerçekleştirecek derecede geliştiği komünizm aşamasında ortadan kalkabilir.

Buradan çıkan sonuç şudur: Eğer eşitlikçi bir düzen kurmak gibi bir derdimiz varsa, emekçi sınıfların toplumsal-tarihsel çıkarları için devlete de ihtiyacımız var demektir. Devleti gözden çıkarmak, yönetmek istememekle eş anlama gelir. Devletsiz halkın düzeni kurulamaz, devrim devletsiz ilerleyemez.

Özerklik var, özerklik var

O halde özerklik, demokrasi, halkın yönetime katılımı derken, devletin sınıfsal yapısı ve üretim araçlarının mülkiyet biçimi mutlaka gündeme getirilmek zorunda. Eğer kapitalist üretim ilişkilerinin hakim olduğu günümüzde bu yönde bir tercih belirtmiyorsanız, kaçınılmaz olarak, kapitalist devlet modelini, burjuvazinin iktidarını, özel mülkiyet rejimini, artı değer sömürüsünü, eşitsizliği destekliyorsunuz demektir.

Kürt hareketinin bugünkü konumu budur. Kürt hareketi, üretim araçlarının emekçi sınıflar tarafından ele geçirilmesi yönünde bir hedef belirlemediği için, kapitalist üretim ilişkileri içinde bir özerklik modelini tercih etmiş oluyor.

Kapitalist üretim ilişkileri zemininde gerçekleştirilecek özyönetim/özerkliğin Türkiye koşullarındaki anlamı, Kürt coğrafyasında, kapitalist üretim ilişkilerindeki hakimiyetin Kürt burjuvazisi tarafından ele geçirilmesi, artı değere Kürt burjuvazisi tarafından el konulması olacaktır. Bu kadar. Bu Kürt burjuvazinin sorununu çözer, ama, Kürt emekçi sınıflarının sömürüye muhataplığı devam eder.

Kürt hareketi, demokrasinin eşitlik olmadan sağlanabileceği yanılgısı içinde.  Meclis burjuvaların, toprak ağalarının hakimiyetinde olduktan sonra, etnik çoğulculuğun da, kadın kotasının da bir anlamı olmaz.

Eğer özyönetim talebinin altındaki gerekçe demokrasi ise, bunun gerek koşulu sosyalist devrimdir. Demokrasi ancak bundan sonra devreye girer. Emekçi halklar yönetime katılmak için önce kendi rejimlerini kuracaklar.

Özerklik iç savaşın zeminini döşüyor

Bir kere, kapitalist üretim ilişkileri içinde özerkleşen bölgeleri uzun vadede aynı siyasi yapı içinde tutmak olanaklı değil. Özerklik, var olan kapitalist devleti çözüştürüyor, parçalıyor.

Bunun nedeni, ekonomide ortaya çıkan koordinasyon sorunları, gelir paylaşımının eşitlikçi zemine yerleştirilememiş olması ve etnik tarafların karşılıklı olarak siyasal empatilerini yitirmesidir. Hele Türkiye gibi, özerklik yoluna askeri, siyasal ve sosyal çatışmalarla sokulan bir ülke için bu fazlasıyla geçerli. Siyaset dilini etnik zeminde kurmak, “halkların kardeşliği” belgisi milyon kez yinelense de, sınıfı bölücü bir işlev görüyor.

Türkiye’de bir diğer sorun ise, özellikle metropollerin aynı zamanda birer Kürt kenti haline gelmiş olması. Özerklik süreci kaçınılmaz olarak, bu illerdeki Kürtlerin, özerklik ilanında bulunan bölgeye doğru sürülmesini amaçlayan bir iç savaşla, katliamlarla birlikte gelişecektir. Bunun küçük denemelerini fasılalarla zaten görüyoruz.

Kaçınılmaz sonuç: Bölünme

O nedenle özerkliğin kaçınılmaz sonucu Türkiye’nin bölünmesidir.

Bölünme süreci açısından iki kritik nokta bulunuyor: 1- Türkiye gibi bir ülkenin bölünmesine ancak emperyalistler karar verir. Dolayısıyla bu süreç ABD’nin ve artık Rusya’nın dahli olmadan gerçekleşemez. Özerklik fikrinin gündemde tutulması, bu nedenle, Türkiye’yi Kürt sorunu üzerinden emperyalizme mecbur hale getiriyor. 2- Emperyalizmin dahliyle gerçekleşecek bölünmenin ortaya çıkaracağı sonuç, iç savaş sürecinde birbirine düşmanlaşmış (şimdi bile böyle değil mi?), ama ikisi de emperyalizmin kucağında, iki küçük devletçiğin, Türkistan ve Kürdistan’ın yaratılması olacaktır.

Biz “…istan”lar değil, birleşik bir cumhuriyet istiyoruz, bu, sosyalist cumhuriyet oluyor.