Haziran’dan hazana: Solun sorumluluğu

Mayıs sonu, Haziran. 2013. Türkiye tarihinin en önemli halk ayaklanmasıydı.

AKP iktidarına karşı gelişen tepkinin dışa vurumuydu.

Tepkinin siyasi içeriği

İçeriğini esas olarak, AKP’nin siyasete, yaşam tarzına yaptığı gerici müdahaleye karşı özgürlük ve laiklik savunusu oluşturuyordu. Erdoğan’ın, Mustafa Kemal ve İnönü’yü kastederek söylediği “iki ayyaş” ifadesi tetiği çeken önemli faktörlerden birisiydi.

Tabi ki başka konular da vardı. AKP’nin Suriye savaşını açıktan kışkırtan tutumu. Reyhanlı katliamını cihatçı çetelerin gerçekleştirdiğine dair belirtiler. Gezi Parkı’nın yerine, Park’ın korunmasına ilişkin resmi bir karar olmasına rağmen, Topçu Kışlası’nın inşa edileceğine ilişkin Erdoğan’ın ısrarcı ve tahrik edici tutumu. Kışla’nın, 2. Meşrutiyet’in seçilmiş Meclis’ine karşı gerçekleştirilen 31 Mart şeriatçı ayaklanmasıyla özdeşleşmiş imajı.

Haziran’ın sınıfsal kimliği

Haziran emekçi sınıfların damgasını vurduğu tam bir halk ayaklanmasıydı. Beyaz yakalıların kimi mekanlarda daha ön planda yer alması kitlenin emekçi sınıf karakterini değiştirmiyordu. Gecekondu bölgelerindeki eylemler ise mavi yakalılar, işçi sınıfının diğer alt katmanları ve işsizler tarafından gerçekleştiriliyordu. Öğrencilerin, gençlerin, yani potansiyel proletaryanın ön safları tutmuş olması ayaklanmanın hafızasını gelecek kuşaklara aktaracak önemli bir avantajdı.

Haziran’ın talebi

Ayaklanma ne istemediğini kesinlikle biliyordu: AKP ve Erdoğan. “AKP istifa” o günlerin en tanımlayıcı sloganıydı.

TKP tarafından AKM’nin tepesinden sallandırılan Boyun Eğme pankartı yapılması gerekenin asgari çizgisini belirliyordu. Kitleler bu belgiyi anında benimsedi, Boyun Eğme ayaklanmanın bayrağı oldu.

Ancak Haziran’ın bunun daha ötesinde, herhangi bir siyasi parti, yönetim, rejim, düzen talebi, hedefi bulunmuyordu. Bu, O’nun en önemli zaafıydı, fakat o koşullarda daha ötesi de beklenemezdi. Halk yapması gerekeni, yapabileceğini yapmıştı.

Buna karşılık savunulan siyasal hat netti: Laiklik; yağmaya, ranta karşı olmakla bağlantılı kamuculuk; savaş karşıtlığıyla bağlantılı antiemperyalizm. Bunların hepsi, solun üzerinde çalışabileceği, örgütle(n)meye tamamen açık bir zemin sunuyordu.

Haziran kendiliğindendi

Toplumun laik, eşitlikten, barıştan yana kesimlerinde AKP icraatlarına karşı uzun süredir biriken bir tepki vardı. Bu gelişmede 4+4+4 gerici eğitim yasasının belirleyici payı olmuştu.

Gezi Parkı’nın Topçu Kışlası haline dönüştürülmesine karşı, sonradan Taksim Dayanışması adını alacak oluşumun yürüttüğü örgütlü mücadele ortamı mayalamıştı. Nitekim bu yapı ayaklanmanın patlamasından bir hafta kadar önce Gezi Parkı’na yerleşmişti.

Ancak bütün bunlara rağmen, bir ayaklanma boyutuna ulaşan hareket kendiliğinden karakterdeydi. İnsanlar birbirlerinden cesaret alarak yan yana geldiler. Tam bir sosyal patlamaydı. Yığınsal kalabalıklara yön veren, siyasi hedef gösteren herhangi bir özne yoktu. Sonradan sosyalist yapıların organize biçimde ve gerçekten de kendilerini feda ederek sürece dahil olmaları olayın kendiliğinden karakterini değiştirmedi.

Kürt hareketi Haziran’a “darbe” dedi

Başka söze gerek yok. Bu Anadolu tarihinin en büyük “aymazlığı” olarak tarihe geçmiştir.

Sol Haziran’dan başka şeyler bekledi

Her ayaklanma gibi Haziran da sönecek, dinginliğe kavuşacaktı. Önemli olan o gelişmeyi iyi hissedebilmek, yığınlara, yapılan işin onurlu ve başarılı olduğuna, dayanışmanın güzelliğine, ancak örgütlü mücadeleyle kazanılabileceğine ilişkin bir duygunun eşliğinde, sistemli geri çekilme olanağının sunulabilmesiydi.

Başarılamayan öncelikle budur. AKP’nin acımasız askeri karşı saldırıya geçtiği bir ortamda sokak eylemlerinin zorlanması yenilgi hissini içeren bir yorgunluk yarattı.

Ancak mevcut hazan durumu bakımından solun esas sorumluluğu bundan sonrasına ilişkindir.

Sosyalist özneler, sonraki dönemde Haziran’ı, kendisi olmayan bir karaktere, hiç hedeflemediği bir istikamete zorladılar. Kafalarındaki siyasi anlayışı Haziran’a dayattılar. Haziran Cephesi’nin daralmasının ve pratik olarak hemen tamamen gündemden düşmesinin, esas olarak iki siyasi yapıya sıkışmasının nedeni de budur.

Ayaklanan yığınların en önemli duyarlılığı laiklik konusuydu. Cephe ise bunu görmezden gelerek, Haziran halkını “barış” ve “çözüm” süreçlerine itekledi, Kürt hareketine angaje olmaya zorladı. O andan itibaren de bizzat kendisi işlevsiz hale gelmiş, Haziran’ın ruhuyla olan bütün irtibatını yitirmiş oldu.

Haziran enerjisi tükenmedi

Bütün bunlara rağmen, ayaklanmaya neden olan koşullar varlığını sürdürüyor. Haziran’da ayaklanan sınıfsal tabakalar da yerli yerinde. Umutsuzluğun bulunduğu doğru. Ancak AKP siyasetine duyulan rahatsızlık ve nefret daha da belirgin, üstelik direnişle alakalı bir alışkanlık da gelişti.

AKP İslami siyasetiyle kendi rejimini kurmaya, işçi sınıfını dinle denetim altında tutmaya, Kürt savaşı  üzerinden halk sınıflarını düşmanlaştırmaya çalışıyor.

Bütün bu gerici uygulamalara karşı sokak eylemleriyle yanıt verilmeye çalışılır elbette. Ancak Haziran’ı tanımlayan şey hiperaktivite değil, siyasi duyarlılıklarıdır ve bunun da en tepesinde gericilik ve faşizan gidişe karşı, laiklik ve eşitlik-adalet ilkeleri vardır.

Yapılması gereken ve gerçekten de yapılabilir olan şey; bu duyarlılıkları hisseden, onları pratik siyasi mücadelenin merkezine yerleştirecek işleri organize eden, kısa erimli kazanımlar elde etmeyi de hedefleyen, yaşamın içinde, ancak o somutluğun dışındaki tamamen farklı bir düzene, sosyalizme işaret eden, bu düzenin bütün aktörlerini reddeden, sınıfa gömülmüş bir örgütlenme-mücadele faaliyetidir.