Boykot

Referandumda boykot tercihinde her şeyden önce “teknik” bir hata var: Zamanlaması yanlış, konjonktüre uygun değil.

Boykot, siyasal bir alt üst oluş döneminin, kitlelerin düzenle bağlarının koptuğu, düzen dışı arayışların egemen olduğu ortamın, farklı bir düzen arayışında olan kitlelerin önüne, üstelik sizin hedefleriniz onlara daha yakın geliyorsa, somut bir strateji olarak konulabilir. Bugün AKP’nin neredeyse yarısını elinde tuttuğu Kürt tabanı için bile böyle bir durum söz konusu değildir. Üstelik BDP hegemonyasındaki Kürt tabanı da iktidarın ağzından çıkacak birkaç lafa meyletmek eğilimi sergiliyor.

Bu nedenle boykot çağrısının hissedilir bir etki yaratması son derece zayıf bir olasılık olarak görünüyor. BDP’ye oy verenlerin tamamının sandığı boykot etmesinin toplamda yaratacağı etki yüzde beş-altı ise, bunun, genel sonuçları ve 13 Eylül sabahından itibaren ortaya çıkacak kapışmanın seyrini etkilemesi beklenemez.

Kürtlerin, “bu Anayasa taslağında biz yokuz, o halde söylenenlerle ilgilenmiyoruz” demeleri insani ve ahlaki boyutta anlaşılabilir bir tepki olabilir. Ancak siyasal mücadele bu eksen üzerine oturtulamayacağı için ve ayrıca denklem de yukarıdaki gibi bozuksa, bu insani ve ahlaki tepkiden, siyasal bir sonuç elde etmenin de olanağı olmayacaktır.

* * *

Üstelik Kürt hareketi, boykot üzerinden AKP’yi ve devleti sıkıştırarak, seçime kadar ya da seçimin hemen ertesinde gerçekleştirilecek bazı değişikliklerin sözünü almaya çalıştığı için, bu “teknik” hatanın üzerine bir de siyasal bir hata eklenmiş oldu.

Kürt hareketi bunu hep yapıyor. Bundan yaklaşık bir buçuk yıl önce AKP açılım paketini açıkladığında da büyük beklentiler içine girilmiş, tabanın psikolojisi buna göre şekillendirilmiş, açılama her bakımdan destek olunmuştu.

O dönemde yaratılan havayla şimdiki arasında büyük farkların bulunduğunu herkes kabul edecektir.

Oysa, açılımın arkasındaki emperyal siyasal hedeflerin dışında, bu işin gidebileceği noktanın çok sınırlı olduğunu, bu projeyle Kürtlerin istediklerinin karşılanmasının olanaklı olamayacağını hep söylemiştik. Ne kadar haklı olduğumuz referandum mitinglerinde Bahçeli’den daha MHP’li konuşan ve Diyarbakır’da ağlak cümlelerden başka bir şey söyle(ye)meyen Erdoğan’dan bellidir. Erdoğan’ın Diyarbakırlılara Hakan Şükür’den başka verebilecek bir şeyi yoktur.

Bunun temel nedeni, düzenin ve düzenin aktörlerinin bu konudaki hareket alanlarının sınırlılığıdır. Türkiye kapitalizmi içinde Kürt sorununun, Kürt hareketinin istediği tarzda çözümünün olanağı yoktur. Kürtlerin istedikleri verilse arkası gelir, süreç ayrı iki devletle sonuçlanır. Bu nesnel olarak böyledir. Düzen içindeki siyasal aktörlerin tümü bunu görüyor. Göre göre bu sonucun sorumluluğunu üstlenmek hiç birisinin yapabileceği bir şey değildir.

Kürt ulusallaşmasının sonu, içinde bulunduğumuz kapitalist nesnellikte tabi ki ayrı iki devletle sonuçlanabilir. Bu emperyalist planlar dahiline de alınabilir. Ancak bu sonuca sessiz sedasız, tarafların munis onayıyla ulaşılacağını beklemek Türkiye’nin gerçeklerini hiç anlamamak olur.

Kürt hareketinin “demokratik özerklik” olarak kodladığı ve ucu devletleşmeye açık taleplerinin gerçekleşeceği ortam halklarımız arasındaki savaşa açılacak bir alt üst oluş dönemidir.

Kürt hareketinin bütün bunları görmezden gelerek, düzenin onaylayacağı yapısal beklentilere oynamasının o nedenle gerçekliği bulunmuyor.

BDP’nin bu seferki “havet”çi yaklaşımın, Kürt tabanında bir kırılmaya neden olduğu da anlaşılıyor. Anket sonuçlarında BDP tabanının yarısının sandığa gideceğini açıklaması, gidecek olanların da yarıdan fazlasının “evet” diyeceğini belirtmesi kanımca bunun göstergesidir.

Kürt hareketinin bu pazarlıkçı tutumu kendi tabanı üzerindeki siyasal, ideolojik ve örgütsel hegemonyasının kırılmasına da yol açıyor.

* * *

Bütün bu nedenlerle boykot tercihi, elindeki bütün devlet, cemaat, din olanaklarını sonuna kadar ve gayet şirret biçimde kullanan AKP’nin elini hem siyasal hem de matematiksel olarak güçlendiriyor.

Şunu anlamak da pek olanaklı değil: Madem bu Anayasa değişikliğinin halka, Kürtlere sormadan, halkın, Kürtlerin sorunlarını anlamadan yapıldığı ve Kürt sorununun çözümü için hiçbir katkısının bulunmayacağı belirtiliyor, o halde neden bu işin esas sorumlusundan hesap sormak ve o “verdiği sözlerde durmaz” sorumlunun referandum sonrasında iktidarını pekiştirmesine izin vermemek için “hayır” denmiyor. Üstelik Erdoğan açıkça, karşımıza geldiğinizde yüzünüze bakmayız diyerek Kürtler de dahil herkese gününü göstereceğini açıkça söylemişken.

Bunun iki yanıtı var kuşkusuz: Birincisi, boykot tercihinin, AKP ve devletle yapılacak pazarlıklar sürecinde, “evet”e evriltilmesi hesabının yapılmış olmasıdır.

İkincisi ise, boykotçu çevrelerin önemli bir bölmesinin, referandum konusuna tamamen teknik gerekçelerle yaklaşmaları ve referandumla AKP’nin Türkiye ve kendi iktidarı için hedeflediği büyük değişimi görememeleridir.

Referandumda oylanacak olan yeni maddeler, Danıştay ve HSYK’nın yapısı değil, AKP’nin Amerikancı, NATO’cu, işbirlikçi, dinci, saldırgan düzeninin uzanacağı geniş sınırlar, adım adım gelen İslami Faşizmdir.