Zehirini akıtan yazar: Haydar Karataş

“Ve böyle başladı hikâye. Cemşi Ağa’nın özbeöz hısım akrabasının, yedi Ermeni’nin ellerini, kollarını bağlayıp Fevzi Müdür’e teslim ettiğinin ertesi günü, Yusuf Ağa Teştek köyünü bastı, seksen haneyi, beş yüz kök ceviz ağacını, kışa hazırlanan samanlıkları, ot lodlarını ateşe verdi. Yusuf Ağa Be-so dilinde: Bir göz ağlarken, diğer gözün güldüğü görülmüş müdür? dedi.” (On İki Dağın Sırrı, s.229-230)

Gece Kelebeği’nin yazarı Haydar Karataş, üçlemesinin ikinci kitabı “On İki Dağın Sırrı” ile 1938 öncesi Dersim’ini ve sırlarını anlatmaya devam ediyor yaygın Dersim tarihinin çok da içinde olmayan, sözlü geleneğe sahip çıkan ve Yaşar Kemal romanlarından aşina olduğumuz kudretli, büyüleyici bir Türkçe ile… Gece Kelebeği, okuduğumda şaşkınlığa uğratan, son yıllarda tanık olmadığım kadar görkemli ve masalsı bir romandı.

José Ortega Y Gasset’in “Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üzerine Düşünceler” kitabında imlediği üzere, yeni biçemin bazı eğilimleri: “Sanatın insansızlaştırılması canlı kalıplardan kaçınma sanat yapıtının sanat yapıtından başka bir şey olmamasını sağlama sanatı ancak bir oyun sanma, ötesine geçmeme temel bir ironi ve sanatın genç sanatçılara göre, hiçbir aşkınlığı bulunmayan bir şey olması” iken, Haydar Karataş’ın iki romanında da görülen ve bu eğilimlere uyan tek noktanın “her türlü sahtelikten kaçınma, bu nedenle titiz bir uygulama” olması üzerine düşünmemiz gerekiyor.

“Şu yeryüzünde en çok, elini eteğini bu dünyadan çekmiş insandan korkacaksın. En çok, kendine bir dünya kuran, kurduğu dünyanın içinde oturan adamdan korkacaksın. Biri kaldırıp alsa onu içinde oturduğu bu dünyadan, işte o zaman taş taş üstünde kalmaz. Dünya yerinden kaynar, bin cevher birbirine girer, girer de bu öfkeyi dindirmek için bin yıl dur durak bilmeden kaynar. Öfkenin yeniden sakinleşmesi için aynı yeryüzü gibi bin yıl bir bulgur kazanı gibi kaynamalı, bakır yeniden bakıra, tunç yeniden tunca, demir yeniden demire ayrılıp soğumalı ama öfkenin düştüğü yüreğin dinmesi için, öfke dizlerine vurmalı. Öyle dizlerine vurmalı ki, nasıl kumda ot bitmezse, öfkenin düştüğü yerde canlının zuhur etmediğini görmeli insan evladı. Öfke ancak dindiğinde görür, düştüğü yerde hayatın bittiğini, öfke dinmeli ki, insan yeniden merhamet toprağına kavuşmalı.” (s.80)

Oyuncağında saklanan bir küçük kız ile annesinin yaşama tutunma mücadelesinin, katliamdan sonra çıldıran kadınların, hem koruyuculuk hem eşkıyalık yapan adamların romanı olan Gece Kelebeği’nin öncesinden yeraltına çekilmiş papazlardan, göçe zorlanan Ermenilerden, göçten boşalan evlere yerleştirilen muhacirlerden, Kızılbaşlardan, aşiretlerden, yeni cumhuriyetin kurulması ile başlayan kafa karışıklığından, ihanetlerden, çocuk iyileştirmek için süt içirilerek kusturulan yılanlardan, dileklerin gerçekleşmesi için çiftleşen yılanların üzerine mendil atmalardan, kısacası çaresizlik ve kapana kısılmışlıktan doğan bir tarihin romanı: On İki Dağın Sırrı. Çukurova’nın büyük anlatıcıları Yaşar Kemal’in betimlemeleri ve Orhan Kemal’in “insancıklarının” Dersim’de, kanlı bir coğrafyada buluşması özgün bir dil ile…

“’Haşa Hayber,’ dedi. ‘Yani, kim inanırdı hükümetin hapse attığı oğlunu sana elçi olarak göndereceğine…’” (s.140)

“İki arkadaş ne yaptıysa eski dostlukların kapısını aralayamadı. Sanki Sıncık Dağı’nın soğuk karı kopup aralarında bir duvar örmüştü. (…) Bir köyün içinden dere geçiyorsa, sanki derenin karşı yakasında oturan mahalleyi sevmemek için akıyordu çağlayan su.” (s.113)

“Dersimli söylemese, Abdullah Paşa kimin ne yaptığını, kimin zamanında Ermeni sakladığını, kimin Kızılbaş isyanlarına katıldığını, Mustafa Kemal Paşa’yı Çardaklı’da kuşatanların kim olduğunu dahi bilmezdi.” (s.197)

Toprağına sahip çıkan, bir yandan da yeni cumhuriyetin paşalarından ve kolluk güçlerinden ölesiye korkan halkı, bu uğurda yakınlarını devlete teslim edenleri sözlü gelenekten yararlanarak, kâh kulaktan dolma bilgileriyle tartıştıran, kâh eski ve yeni rejim yorumlarıyla çarpıştıran Haydar Karataş bir edebi metinden ziyade, ancak bir sosyologun saha çalışmasında elde edebileceği çıkarımları paylaşıyor okurlarıyla… Kuvvetli alt metinler de barındıran romanda Ermeni Garabet ile çocuk haberci Sebır’ın 121-124. sayfalar arasındaki konuşmaları bunun en güzel örneklerinden birini sunuyor.

Kökünü toprağın derinliklerine salan, balta vurdukça bin dal olarak dışarı fışkıran ardıç ağacıyla hükümetler vurdukça azan, bin dal veren bir halkın yasını ve ikrarın, hükümetin koyduğu kanundan daha eski olduğunu hatırlıyoruz satır aralarında: Kanun insan da yapmaz. Dersim’de de böyle oldu, Maraş’ta da, Kızıldere’de de, Karadeniz’in soğuk sularında da, Uludere’de de…

“Söğütten tahta dahi olmaz, odununu ateşe atsan, yanmasıyla sönmesi bir olur. Ha saman yakmışsın ha söğüt odunu, ama söğüt yapraklarının hışırtısı dünyanın en güzel ninnisinden daha derin çıkar. Bu Dersim’de çocuk ayası kadar toprağa on nüfus birden yerleşmiştir, buna rağmen herkes bir söğüt gölgesine verir tarlasının yarısını. Kışın soğuktan bacakları birbirine vursa dahi, gidip bin yıllık ulu meşe ağacını devirir getirir de gene söğüt ağacını kesmez.” (s.88)

İnsanlık, meşe ağacı kadar ulu, söğüt ağacı kadar hışırtılı değil midir?

“Zanaatla uğraşan insan zati korkak olur, ölümden de korkar. (…) Bu Ermeni gittiği yerde başlar toprağa şekil vermeye, ağaç dikmeye, sanır ki ilelebet orada yaşayacak, hiç ölmeyecekmiş gibi başlar bağ bostan düzmeye. (…) Biz ekmeyiz, ağaç dahi ekmeyiz, hem eksek ne olur, ağacın kökü daha boynumuz kadar kalın olmadan, bir acı gelip bizi bulur, göçümüzü alır gideriz.” (s.150-151)

İnsan acılarına boyun eğmedikçe, sokağa çıktıkça, ağıtlar yakıp türküler söyledikçe, umudunu korudukça, adaletsizliğe karşı sesini yükselttikçe daha bir insan değil midir?

Kitapların arka kapak yazılarını pek ciddiye almasam da On İki Dağın Sırrı’nda dikkate değer iki yorum var. Birincisi, Kaan Arslanoğlu’ndan: “Bu derece mükemmel bir Türkçe nasıl olabilir?” diğeri Murathan Mungan’dan: “Yaşar Kemal’de de böyle doğadan kaynaklanan bir güç vardır.” İkisine de katılıyorum.

Murathan Mungan demişken, bu yılın Mayıs ayında kendi seçtiği Dersim öykülerini “Bir Dersim Hikâyesi” adıyla topladı. Eski ve yeni kuşaktan iyi yazarların kaleminden okuduk. Ancak bir şey eksikti öykülerin birçoğunda: Yaşanmışlık. Sipariş üzerine yazıldığı izlenimi veren, o coğrafyanın sesinden uzak, bana pek de samimi gelmeyen epey öykü vardı kitapta. Edebi niteliklerini eleştirmek değil niyetim… Haydar Karataş’ın öyküsünün içlerinde beni en çok etkileyen olduğunu söyleyecek olmam, tesadüf olamaz demek istiyorum sadece. Yoksa hemen hepsi kendini kanıtlamış, bir okuyucu kitlesi olan yazarlardan ve iyi niyetle yazılmış öykülerden oluşuyor.

Yine de, “Kürt Açılımı” üzerinden hamaset edebiyatı yapan politikacıları dinlemek yerine, o topraktan gelen, toprağın çoraklığını cümleleriyle bereketlendiren, sipariş üzerine üretmeyen yazarları okumayı yeğliyorum. Biliyoruz ve bilmeliyiz ki, tüm acılı coğrafyaların ateşini sadece sosyalizm söndürebilir. Has edebiyat ise, tarihe not düşürmenin yanında, sosyalizmin kapısını aralayacak etkili araçlardan biridir. Sanat, soldur inanmayan dönüp, dünya tarihine bakar…

Haydar Karataş, bir üçüncü roman daha yazacak Dersim’le ilgili. Bundan sonra ne yazacak, onu da merak ediyorum. Acıların çeşit çeşit olduğu bir coğrafyada tekrara düşmeyeceğini umut ediyorum kendi adıma. Diliyorum ki, on yılını hapishanede geçiren, yurtdışında ülke hasreti çeken bir gönülsüz sürgünün akıtabileceği kadar akıtsın zehrini. Nasıl olsa, kusacak yılan bulunur.

“Konuşması iyidir, diyordu Pir Kasım, konuşan insan her kapıyı aralar. Konuşmayan insanın akli muhakemesi, diyordu, aynı gökyüzü gibidir, sustukça kara bulutlar gelip akli dünyasının önünü kapatır, düşündüğü her şeyi içine atar, öyle içine atar ki, yılanın susup yerin altına kendini hapsetmesi gibi hayal ettiği her şey içinde ağu gibi birikir. Susmuş insanın zehri, bu Dersim’in zehirli polat yılanından daha keskindir, zehrini kusacak yer bulamazsa kendini ağular.” (s.200)

[email protected]