Katil Soma’daydı

Yolu kim bilir kaçıncı kez Soma’ya düştü ve birden fotoğrafı çekildi. Hiç istemezdi, ancak bu kez cinayet toplu katliamdı. Yoksa üç ay, beş ay, bir yıl önce, kimbilir kaç kez oralarda dolaşmış, kimsenin ruhu bile duymamıştı. Ama bu kez, birer ikişer ölmek varken, kitlesel biçimde yok olmuştu maktüller. Ölü madenciler…

Türlü kisveler içindeydi. Yerin altındaydı örneğin, bir açgözlü arabesk kapitalistti. Dolaştı binlerce madencinin arasında, sordu: kaçının ölümüne, ne kadar yalan yeter? Ama uyumayayım, traş olmayayım, ne kadar perişan ve üzgün olduğumu anlatayım. Görseller grafikler hazırlayayım, bir de “emekçi kardeşler söylevi”. Ne kendimi ele vereyim, ne işbirlikçilerimi satayım. Oysa bilmiyordu, böylesi bir katliamda, mutlaka bir günah keçisi bulunacaktı. Dün “herşeyiyle mükemmel bir ocaktı” diyenler, şimdi onu ortaya atıp, işin içinden sıyrılacaktı. Görülecek, yaşanacaktır. İnanmayan, “Tutuklama yok. Çünkü tutuklayacaklarımız, aşağıdadır, ölmüşlerdir” sözünden, “İşletmenin haline bak!” sözüne geçişlere baksın.

Türlü kisveler içindeydi. Yerin üstündeydi örneğin. Bir katil, bin katil! Yerin üstü, seç beğen al misali bir maskeli balodan ibaretti. Bir garabet korosuydular ve hep bir ağızdan sustular, konuştular, ağladılar ve geride kalanların gözünün içine bakarak, hükmü verdiler. Özeti şuydu: “Acı çek, uzayıp giden mezar taşları önünde birlikte saf tutuşup ağlaşalım ve hepsi bu kadar. Nedenini sorma, hesap vermemizi isteme, bahşedeceğimiz lütuf, inayet ve iltifatları bekle. Eğer yapmazsan, eleştirir, protesto eder, sorumlu aramaya kalkarsan, tokadı yumruğu tekmeyi yersin, tam teçhizatlı üstüne geliriz, hayatlarınızı cehenneme çeviririz. Acı evinde isyan olmaz, sorumlu aranmaz, büyükler halleder. Acını haykırma, yoksa ölenler ceheneme gider…”

Ah be, oysa ne güzel gidiyordu işler!

“Gerçeklik algısı”nın her gün dinamitlenip, toplumsal paralize durumunun doğallaştığı sanılıyordu ki… Dincisi, etnik milliyetçisi, yandaşı, döneği el ele tutuşmuş, tepine tepine halay çekerek, çıkardıkları gürültüyle gemilerini pek güzel yürütüyordu ki… Paragözün hırsı, insana değervermezliğin pervasızlığı, din-iman tüccarlığı, artık rutini yakaladığını düşünüyordu ki… Solun tüm insani, evrensel değerleri ve eylemleri “ötekileştirilip”, sıkıştığı anda saldırılan, hedef saptırma argümanına dönüştürülen bir “malzeme” olarak tutulup, binbir manipülasyon ve bilgi kirliliğiyle kullanılıyordu ki… Bu kullanıma, mebzul miktarda payanda devşirildiği ve epey işe yaradıkları sanılıyordu ki… Bir anda ölü sayma makinesine dönüştüler! Zulme, yalana, ahlaksızlığa, insansızlığa ve insafsızlığa dönüştüler! Kahrolsun kapitalizm!

Hayır sevgili okur yoldaşlar. Beni bu haftalık, bu yazılık bağışlayın. Sürdüremiyorum yazıyı, boğulacak gibi oluyorum. Katil, Soma’daydı işte. Bilmediğiniz hiçbir şey yoktu. Şiir yetişsin imdadıma. İşte ilk haberlerden bugüne, nasıl yazdığımı bilmediğim iki şiir.

“Sağlamasızlar Cehennemi Sakinlerine
Sayıyor musun / yerinde değil, o malum / ölülerini diyorum / sayıyor musun / 5 / 15 / 17 / ocak / beşik / dolap / meydan mesela / mesela Gezi / Madımak’ta bir otelde kavrulur gibi / sayıyor musun / boynu bükük koyunlar gibi / senden önce gidenleri ? / 5 / 15 / 17 / haydi uyu / sıra bu gün de sana gelmedi / sabah yekunu öğrenirsin / sağlamasını yapamazsın / çünkü malum: Bu sömürmüş / bu öldürmüş / bu uyutmuş / bu unutmuş / bu da / hani baba / nerede baba demiş… / Sayıyor musun / kaç çocuk hüznü kadar / suçlusun?”

“Son Mektup
“Kimse yok / kapat ışığı ölelim / ama önce bir selam yazalım / evet yazalım, avucunu aç / gözlerinden harf ver bana / saçlarımdan mürekkep al / bir de söyle, izin versin ölüm / iki satır sonra da ölebiliriz / kahvedeki sandalyemizi boş ver / berber aynasında temiz yüzümüzü / terzi bitirmese de olur artık / bayramlık elbisemizi / hepsini boş ver, hatırla kalbini / çıkar kaskını, aşk saygı ister / bir de gülümse çocuklar için / söyle nasıl başlasın mektup / söyle “ben size kalamadım / siz hep bende kalın...”