Bir gece nöbeti

7 Nisan’ı 8 Nisan’a bağlayan gece, Ankara Macunköy’de, DT İrfan Şahinbaş İşliklerinde, nöbetteydim. Hani, “gölgesinde oturmayacağı ağacı keser” denir ya, kapitalizmin açgözlülüğünü görüp, az bile denmiş öfkesini yaşadım. Tetikçisi faşizmin vandallığını gördüm, vahşiliğinin nelere yol açtığına, açabileceğine bir daha tanık oldum, yaşanmış hikayeler dinledim. Tesislerin dünya güzeli ve bir o kadar kahraman köpeği Layka (adı buydu sanıyorum) ile bir avuç sanat emekçisi ve iki görevliden ibarettik. Orada az olmayı, hatırlara, hatıralara ve emeğe sahiplenmeyi gördüm. Elbette, “hallederiz abi” mantığıyla, zamanlamaya ve gerekli önlemleri almaya dair ihmalleri de dinledim. Sanata biçilen geleceğin işaretlerinden biriydi, cinayeti gördüm. Hınç ve nefret duygularıyla, tasarlanmış ve uygulanmış bir cinayet.

Dört beş futbol sahası genişliğinde, heybetli bir apartman derinliğinde bir “çukur”. İçinde beş altı iş makinası uyuyor. Ezmekten, yıkmaktan, kazmaktan başka iş bilmeyen demirden devler, birer oyuncak gibi küçücük kalmış. Uzakta, bu saatte ışıkları yanan prefabrik şantiye binası. O ışıkların yanması, her an başlayabilecek yeni bir saldırıyı anlatıyor. Zaman zaman binadan çıkan, hele ki çukura yönelen gölgeler, heyecan yaratıyor, savunma reflekslerini kışkırtıyor. Bir avuç insan, çekilmiş incecik tel ve aralıklarla asılmış bayraklar mı koruyacak, olası bir saldırıyı? Layka, kimbilir neler yaşadı ki, hepsini tanıyor. Ne zaman bir gölge çıksa, önce bakıyor, sonra uzun uzun havlayarak oraya doğru koşuyor. Koyu bir Ankara gecesi, gündüz ne kadar baharın işaretlerini taşısa da, gece tam bir step soğukluğuyla çöküyor insanın omuzlarına. Yamru yumru bir bidonun içinde, nöbet ateşini canlı tutma çabası. Yanlışlıkla ağaç görünümlü plastik maddeler atılıyor içine, derin bir soluk almak, insanı öldürebilir. Uzaklaşıyorum, gözlerimle görmek istiyorum faciayı.

Burada bir zamanlar, el emeği göz nuruyla yaratılmış bir bahçe vardı. Yıllarca gidip geldim. Eşgüdüm ve repertuvar toplantılarına ara verildiğinde, birlikte yemek yenir, oyun pazarlıkları yapılır, yönetmenlerle anlaşılır, geldiğimiz kentlere haberler verilir, sonra muhabbetler demlenirdi. Şimdi ağaçları sökülmüş, kırılmış, yuvarlanıp gitmiş çukurun uçurum kıyılarına. Onlardan kalan köklerde, gövde kalıntılarında iş makinalarının diş izleri. Her şeye saldırılmış, yazıklar olsun! Şaşmamak elde değil, yer altından geçirilen kablolar açıkta. Hiç mi düşünmediler, ya bir elektrik kaçağı olsaydı, ya aldıkları emirleri ekmek derdiyle yerine getirmeye çalışanlar kavrulsaydı? Ertesi gün, kaç “adet” insanın nasıl “güzel” öldüğünü mü okurduk?

Vandalın bu türden sorularla işi olmaz. Din iman kılıftır, vatan millet maskedir, vicdan etik paravandır. Algıdan nasibi yoktur, hazan ağlar baharında. Bu düzen onu doğurmuştur, o bu düzeni daha da vahşileştirmekle mükelleftir. Şimdi ona sanat, bilim, hukuk, doğa, gelecek diye başlayan tümceler kurmak, anlamsız bir zaman kaybıdır. Düşmemek için, her gün biraz daha pervasızlaşarak yürümekten, yüzsüzlük ve çılgınlık rekorunu egale etmekten başka çaresi yoktur. Hayatın her alanında yaşadığımız ve bu toprakların bugüne dek görmediği vehametin özeti budur. Olup bitene hala şaşanlara, bu kadarı da olur mu diyenlere günaydın! Şimdi uzun uyku çapakları arasında, nedamet getirmelerine, ağlak manzumeler yazmalarına esefle tanık oluyoruz, olacağız.

Ankara dönüşünde, kaburgaları birbirinden ayrılıyormuşçasına sarsılan bir uçakta tasarlandı bu yazı. Bıktığımız ve hep dillendirdiğimiz, yalnızca şikayet etmekle yetinenlerin sızlanmasına benzediğinin farkındayım. Önümüzdeki hafta “ne yapmalı”yı konuşmaya çalışacağız.

soL’da bir nöbet değişim yaşandı. Bizim için doğal olanın, algı raşitikleri tarafından doğru okunmasını elbette beklemiyoruz. Kemal Okuyan ve Aydemir Güler dostlarımı bir de buradan selamlıyorum. Bu gazetede yazmak onurdur.