Suriye savaşının kavramlar cephesi

Onlarca kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin ise f tipi olarak adlandırılan tabutluklara diri diri gömülmek üzere nakledildiği bir operasyona “Hayata Dönüş” adını vermek… Ya da koca bir ülkeyi taş devrine döndürecek ölçüde yıkıma uğratıp yüz binlerce kişiyi katletmek, milyonlarca kişiyi ise en temel insani gereksinimlere ulaşamaz hale getirmek ve buna “Sonsuz Özgürlük” adını koymak…

Yalnızca zalimane bir mizah yeteneğinin ya da karanlık bir ironi anlayışının ürünü değildi bu adlandırmalar. Hayata Dönüş operasyonunu icra edenler, sahiden de mahkûmları hayata döndürmek istiyorlardı fakat kendilerinin uygun gördükleri, kendilerinin öyle adlandırdıkları hayata. Aynı şekilde Irak’ı gerçekten özgürleştirmek istiyordu Amerika Birleşik Devletleri, özgürlükten anladığı ise piyasanın, girişimciliğin ve sefaletin özgürlüğüydü.

Demek ki, egemenlerin ister Türkiye’de ister ABD’de olsun, kavramları alıp onlara iktidarlarını ve icraatlarını meşrulaştırmak adına anlam ve değer yüklediklerini söyleyebiliyoruz. Kavramlar üzerine mücadele, politik mücadelenin bir parçası olma niteliği taşıyor. Her kavram, değer, yani ideoloji yüklü durumda ve o kavrama yüklenen değer, değeri yükleyenin politik pozisyonunu da belirliyor.

Türkiye’nin son on yılı, bir rejim yıkma ve yerine yeni bir rejim kurma anlamında büyük bir mücadeleye sahne oldu, kavramlar üzerine verilen mücadele ise bunun en önemli cephelerinden birini teşkil etti. Yeni rejimi inşa eden güçler, akademisyenleri, köşe yazarları, televizyoncuları vs. ile birlikte kavramlar alanına yoğun ve güçlü bir saldırı savaşı düzenlediler. Rejim yıkma ve yerine yenisini kurma faaliyetinin ideolojik meşruiyeti kavramlar cephesindeki bu savaşla birlikte sağlandı.

Vesayet rejimi, statüko, demokrasi, sivilleşme, derin devletle hesaplaşma, milli irade, darbecilerin yargılanması vs… Son on yılda tüm bu kavramlar kamuoyunun gündemine getirildi, on yıl boyunca hemen her gün bir vesileyle tartışıldı. Fakat bu tartışma, kavramların hepsinin tepe taklak edilmesiyle, baş aşağı çevrilmesiyle yapıldı. Demokrasi adı altında gelinen nokta Erdoğan’ın tek adamlığı, sivilleşme adı altında gelinen nokta ise Necdet Özel’in Akçakale’de sıktığı yumruk oldu.

Şimdi benzer bir süreci Suriye meselesinde yaşıyoruz. İktidar ve sahip olduğu ideolojik aygıtlar, kitleleri olası bir Suriye savaşına ikna edebilmek için bütün kavramları tepetaklak ediyor, onlara kendi anlamlarını yüklüyor ve söylemlerini bu yükledikleri anlamlar üzerine kuruyorlar.

AKP yöneticilerinin tezkere sürecinde kullandıkları “barış için her an savaşa hazır olmalısınız” sözü bunun mükemmel bir örneği olarak görülebilir. Tıpkı George Orwell’ın 1984’ünde olduğu gibi, kitlelerin “savaş barıştır” sözüne ikna olmaları amaçlanmaktadır: “Biz aslında savaş istememekteyizdir, savaş düşmanın istediği bir şeydir ama bunu engellemek için savaşa hazır olmamız ve zorunlu kalırsak savaşmamız gerekmektedir.” Söylenen tam da budur.

Benzer bir durum, uluslararası hukuk kurallarının ters çevrilmesi süreci üzerinden de gözlemlenebilir. Komşu bir ülkede rejime karşı savaşan silahlı gruplara silah da dâhil olmak üzere her türlü desteği veren, bu grupları ülkesinde barındıran ve onların siyasi örgütlenmelerini muhatap kabul eden bir ülke, ısrarla komşusunun uluslararası hukuk kurallarını ihlal ettiğini ve bu nedenle de cezalandırılması gerektiğini söyleyebilmektedir. Bu bağlamda, her gün sınırından eli silahlı militanların Suriye’ye geçtiği bir ülkenin, hava sahasını kullanan Suriye’ye ait bir yolcu uçağını silah taşıdığı gerekçesiyle inişe zorlaması, uluslararası hukukun altüst edilerek kullanılış biçiminin çarpıcı örneklerinden biridir.

Şiddet ve terör kavramları da bu süreçte tepetaklak edilmiş durumdadır. Medyada gösterilen manzara, Bodrum’da tatil yaparken adı Esad olan sonradan ise Esed’e dönüşen zalimin başında bulunduğu rejimin, kendi halkını kitleler halinde öldürecek kadar gözü dönmüş ve insanlıktan çıkmış olmasıdır. Esad rejiminin zaman zaman aşırı şiddete başvurduğu doğru olmakla birlikte, karşısında çok daha kör bir şiddet uygulayan, çok daha büyük katliamlar yapan örgütlü grupların bulunduğu gerçeğinin üzeri örtülmek istenmektedir. Eli silahlı Esad güçleri ve karşılarında silahsız savunmasız bir halk… Türkiye’de ve dünyada kamuoyunun Suriye’ye baktığında görmesi istenen tam da budur, El Kaide unsurlarının Allahuekber nidaları eşliğinde kafa kesmesi değil.

Olası bir Suriye savaşının ideolojik altyapısı hazırlanırken tepetaklak edilen başka bir kavram da “mazlum”luktur. Sanki Suriye emperyalist planların bir parçası olarak tarumar edilmemektedir, sanki yeryüzünün gördüğü en zalim sistemin, emperyalizmin hedef tahtasına konulmamıştır, sanki Suriye toprağı olan Golan tepelerini hala işgal altında tutan İsrail siyonizmi olan biteni ellerini ovuşturarak izlememektedir. Bilakis, tüm bunları görmemiz ve bilmemiz değil, Esad’ın ve rejiminin su katılmamış bir zalim olduğuna ve mazlum Suriye halkını katlettiğine inanmamız istenmektedir.

İnanmamız istenen yalnızca Esad’ın zalim olduğu değil, Türk dış politikasının mazlum Suriye halkını korumak üzerine inşa edildiğidir. Buna göre, Erdoğan ve Davutoğlu, emperyal hevesler ve taşeron savaşı adına değil, Suriye’de yaşanan zulmü sona erdirmek için Suriye’ye müdahale etmekte ve uluslararası güçlerin de müdahale etmesini istemektedirler.

“Mazlumların koruyucusu” imajının tamamlayıcısı Erdoğan’ın tıpkı içeride kimi zamanlar TÜSİAD’a yaptığı gibi, Birleşmiş Milletler’e ya da “uluslararası kamuoyu”na, halen bir askeri operasyona girişmedikleri için esip gürlemesidir. Bunun için Birleşmiş Milletler’in işleyiş biçiminden, güvenlik konseyi üyelerin veto haklarına kadar her şey bir şikâyet unsuru haline getirilir. Böylelikle “mazlumların koruyucusu” sıfatının yanına bir de “uluslararası statükoya kafa tutan lider” imajı eklenir. Oysa Erdoğan’ın TÜSİAD’a yönelik esip gürlemesi Türkiye kapitalizmi için ne ise, BM’ye serzenişleri de küresel sistem için odur, yani hiçbir şey içeride de dışarıda da sistem işlemeye devam edecektir çünkü ve zaten istenen de budur.

İktidarın ve ideolojik aygıtlarının Suriye ile yürütülen düşük yoğunluklu savaş sürecinde kavramları tepetaklak etme ve içlerini boşaltarak onlara yeni anlamlar yükleme çabası elbette ki sadece dış politikayla alakalı değil hatta esas meselenin “içerisi” olduğu bile söylenebilir.
Süreklileşmiş bir savaş tehdidiyle sağlanabilecek “milli birlik ve beraberlik”, bu savaşı yürütecek olan “güçlü lider” imajının Erdoğan’ın tek adamlığının meşrulaştırılmasına edeceği hizmet ve süreklileşmiş teyakkuz halinin savaşa karşı çıkan muhaliflerin “milli birlik ve beraberliği bozan kökü dışarıda hain mihraklar” olarak sunulmasına hizmet edecek olması…

Yerel seçimlerin, anayasa değişikliğinin, cumhurbaşkanlığı seçiminin ve genel seçimlerin önümüzdeki üç yılın siyasini gündemi oluşturacağını, yeni rejim inşasının bu süreçte tamamlanmak istendiğini biliyoruz. Süreklileşmiş seçim atmosferine sokulmuş bir ülke, bir de iç ve dış tehditler gündeme getirilerek süreklileşmiş bir olağanüstü hal havasına sokulursa, bundan kim kazançlı çıkar? İktidar bu soruya “ben” diye yanıt veriyor olmalı ki, seçim sürecine bir savaş sürecinin eşlik etmesi planını devreye sokuyor.

Bu süreçte toplumsal muhalefetin de kendi sorularını sorması ve yanıtlarını vermesi gerekiyor. Bu ise kavramlardan başlayarak her alanda verilecek bir mücadele anlamına geliyor.