Açlık grevleri: Son çare bu mu?

Kişinin iktidarla doğrudan karşı karşıya geldiği mekâna cezaevi adı verilir. Cezaevine konulduktan sonra, mahpus için kendisini tahakkümden koruyabileceği mekanizmalar ortadan kalkmış demektir neredeyse hiçbir dolayım, hiçbir bariyer kalmamıştır artık ve tahakküm doğrudandır.

İktidar, mahpusun bedenini ve zihnini doğrudan kontrolü altına almaya çalışır. Uyuma ve uyanma saatlerini, yemek saatlerini, havalandırma saatlerini belirler, kameralar aracılığıyla onu doğrudan gözetler, her hareketini izler. Cezaevinde, mahpusun çıplak hayatı, bedensel varoluşu konulmuştur hedef tahtasına zihni ve bedeni önce kontrol ve sonra ıslah edilecektir.

Bu anlamıyla cezaevi, iktidarın mutlaklaşmaya en yakınsadığı, adeta ütopik bir mekan olma niteliği taşır iktidar kapatma teknolojilerini cezaevinin dışına çıkarıp toplumsal yaşayışın her noktasına, her gözeneğine sızdırmak ister: Tam bir mahpushane olmayan ama onun gibi işleyen bir modeldir arzulanan.

İktidarın mutlaklaşmaya en yakınsadığı, yani kendi mantıksal sınırlarını zorladığı bir mekânda, iktidara karşı geliştirilecek direniş pratiklerinin sınır uçlarında icra edilmesi çoğu kez bir zorunluluk halini alır. Açlık grevi ve ölüm orucu böyle ortaya çıkar. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, bedenleri ve zihinlerine yönelik kontrol ve ıslah politikalarına, bizzat bedenlerini politikleştirerek ve onu siyasal bir mücadele alanı haline getirerek yanıt verirler, bedenin kendisi direnişin gerçekleştiği yer haline gelir.

Açlık grevi ve onun süresiz hale getirilmişi olarak ölüm orucu, “uç” siyasal eylemlerdir. Tıpkı “canlı bomba” örneğinde ya da kendini yakma eylemlerinde olduğu gibi “feda eylemi” niteliği taşırlar, adeta bir tür son çare, son çığlık olarak icra edilirler: Artık bedenleri ölüme yatırmaktan başka yapılacak başka hiçbir şey kalmamıştır, buna karar verildiğinde ölmeye yatılır.

Tarihin gördüğü en yüksek katılımlı ve en uzun süreli ölüm orucu eyleminin, Türkiye’de siyasetin bir ölüm siyasetine dönüştüğü 90’lı yılların hemen bitiminde, adeta kanlı bir dönemi kapatır ve yenisini açarcasına gerçeklemiş olması elbette ki bir tesadüf değildir.

Bundan yaklaşık 12 yıl önce, siyasi mahkûmların, kendileri için diri diri gömülmek anlamına gelecek olan f-tipi cezaevlerine nakledilmemek için başlattıkları ölüm orucunda ve bu nakli gerçekleştirmek için cezaevlerine düzenlenen “Hayata Dönüş” operasyonunda yüzlerce mahkûm hayatını kaybetti, yaralandı ve sakat kaldı. Mahkûmlar süreç esnasında, geriye kendileri için başka bir seçenek kalmadığını görmüşler ve iktidarın bedenleri üzerinde kurmak istediği mutlak tahakküme, bedenlerini politik bir silah haline getirerek yanıt vermişlerdi. F-tipinin kendileri için bir tür ölüm anlamına geldiğini bildiklerinden, kendi iradeleriyle ölmeyi tercih etmişler, ölerek direnmişler ve direnerek ölmüşlerdi.

Yaklaşık 12 yıl sonra, siyaset yine bir ölüm siyaseti veçhesine bürünmüşken, yeni bir açlık grevi süreciyle karşı karşıyayız. Bu sefer Kürt mahpuslar eylemi başlatmış durumdalar ve eyleme katılım giderek artıyor. İlk eylemciler, bu yazı yayınlandığı gün açlık grevindeki 42. günlerine girmiş ve ölüme bir adım daha atmış olacaklar. Devletten ise henüz herhangi bir açıklama ya da girişim yok.

Kritik sürece giriliyorken ve eyleme katılımlar giderek artıyorken, kimse kendi özgür iradeleriyle bu eylemi başlatmış olan mahkûmlara akıl vermek gibi bir hadsizliğe girişmemeli ama politik bir eylem üzerine politik bir takım değerlendirmeler de yapılmalı bu yapılırken ise meselenin ölümcül niteliği nedeniyle son derece hassas olmasından ötürü, söylenecek her şey dikkatli bir şekilde söylenmeli. Bunu yapmaya çalışacağım.

Taleplerden yola çıkalım. Dönüşümsüz ve süresiz hale getirilen açlık grevi eyleminde karşılanması istenen üç temel talep var: Bunlardan ilki Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, ikincisi anadilde savunma hakkının kabulü ve üçüncüsü anadilde eğitim için gerekli düzenlemelerin yapılması.

Bakıldığında bu üç talebin aynı zamanda Kürt siyasi hareketinin esas ve öncelikli talepleri olduğu görülüyor. Yani mahkûmlar, legal ve illegal kanadıyla Kürt siyasi hareketinin temel taleplerini eylemlerinin temel talepleri olarak ortaya koymuş durumdalar. Bu noktada, muhatabının eylemci siyasi mahkûmlar değil, Kürt siyasetinin dışarıdaki ve özellikle yönetici konumundaki mensupları olduğunu hatırlatarak, şu soruyu sormam gerekiyor:

“Bu talepler çok uzun yıllardır devam eden bir mücadelenin zaten temel talepleriyken ve dışarıda zaten bunun için çeşitli araçlar kullanılarak mücadele ediliyorken, söz konusu talepler için, siyasal eylemliliğin en uç halini oluşturan bir eyleme, sonu kitlesel ölümlerle bitebilecek bir eyleme girişmeye gerek var mı? Mecliste temsil edilen legal bir partisi, silahlı kadroları ve milyonlarca kişilik halk desteği bulunan bir hareket söz konusuyken, bir tür çaresizlik anlamına gelebilecek ya da son çare olarak görülebilecek bir eylem ne kadar doğru?”

Eğer, “bu son çare, artık bu noktadayız” deniliyorsa, denilecek hiçbir şey yok, bu da bir siyasi tercihtir ve onaylanmasa bile saygı gösterilebilir ancak, eğer böyle denilmiyorsa, yukarıdaki soru üzerine düşünülmesi bir zarurettir.

Devam edebilirim sanıyorum. Bu soruyla birlikte, başka şeylerin de hatırlanması gerekiyor. Türk halkına, özellikle son otuz yıllık savaş boyunca çok güçlü bir milliyetçilik virüsünün zerk edilmiş olmasını, Türklerin önemlice bir bölümünün meseleye bu perspektiften baktığını, açlık grevlerinde yaşanacak ölümlere bırakın üzülmeyi bilakis sevinç duyacağını ve çoğunluğun apolitizmiyle malul kitlelerin meselenin politik boyutuna dair pozitif bir duyarlılık geliştirmeyeceğini akılda tutmalıyız.

Bu söylediklerime elbette çatışmaların yoğun bir şekilde devam ediyor edişi de eklenmeli. Eylemler devam ederken Türkiye’nin çeşitli kentlerinde kalabalıklar asker ve polis cenazeleri kaldırmaya devam ediyor cenazeler, çok uzun yıllardır olduğu gibi öfke ve intikam duygularının diri tutulduğu politik ritüeller halini alıyor. Dolayısıyla, çocuklarını toprağa vermeye devam ettiği sürece, barışçıl ve sivil bir nitelik taşıyan açlık grevi eylemlerinin Türk halkında bir karşılık bulmasının imkânsız göründüğünü söyleyebiliriz. Yani ölümler devam ediyorken sürdürülen pasifist bir eylemin etkileyiciliği de yine tartışılması gereken meseleler arasında.

Sadece bu değil devlet ve iktidar da kendisine “tehdit ve şantajlara boyun eğdi” dedirtmemek için, bu talepleri ve eylemi hiçbir şekilde meşru ve muhatap kabul etmeyecek, en fazla kapalı kapılar ardında birtakım girişimlerde bulunacaktır. ABD ve AB’nin sürece müdahil olacağını ve AKP iktidarına herhangi bir baskıda bulunacağını düşünenler ise büyük hayal kırıklığına uğrayacaklardır, çünkü bölgemizdeki gelişmelerden kaynaklı bir şekilde uluslararası konjonktür böyle bir girişime olanak vermemektedir.

Tüm bu söylediklerime, “açlık grevlerinin politik mücadelenin bir parçası ve stratejik bir eylem olduğu, mücadelenin bütününe bakılarak değerlendirilmesi gerektiği” şeklinde bir yanıt verilebilir. Ama bu yanıt da, bu süreçte, son çare olarak başvurulması gereken bir eylem biçiminin, bir uç politik eylem biçiminin benimsenmiş olmasına yönelik eleştirileri haksız kılmaz.

Bu yazı tamamlanırken gelen haberler Kürt hareketinin yöneticilerinin eylemleri durdurmak yönünde herhangi bir girişimde bulunmayacaklarına, aksine eylemin mücadelenin bir parçası ve yeni bir safhası olarak sahiplenildiğine işaret ediyordu. Demek ki, ölümün istisna olmaktan çıkıp sıradanlaştığı bu siyasi iklimde, ölümle nihayetlenebilecek bir eylem de sıradanlaşacak. Sadece dağlardan değil, cezaevlerinden de ölüm haberleri gelmeye başlayacak.

Böylesi bir iklimde, ölümün sıradanlaşmaması için, örneğin Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğrencisi olan ve açlık grevinde 41 günü geride bırakan Gulan Kılıçoğlu’nun (ve elbette ki hiç kimsenin) ölmemesi ve ölümünün sıradanlaşmaması için, hepimizin çaba göstermesi gerekiyor.