Bağdat yolunda uyudu, İskenderun’da uyandı

Oldukça zengin bilmece dağarcığımıza bir yenisini eklemek değil amacım. Onun için bilmeceden vazgeçip, başlığa bakalım:

Hantal, hep uyuya kalan, o nedenle de dünyanın paylaşımında hep geciken, her seferinde uyanırken olabildiğince sinsice davranan, kendine güven duyduğu anda ortalığı kana bulamakta bir an bile duraksamayan bir devden bahsetmek istiyorum. Hani şu Osmanlı’nın “silah arkadaşı”, genç cumhuriyetin “geleneksel dostu” Alman emperyalizminden.

Bu emperyalist gücün tarih boyunca izlediği politika, dünyanın değişik ülkelerinde yaptığı işler ve bölgeye olan ilgisi göz önüne alındığında, tam da yerine oturan bir başlık bence yukarıdaki. Evet, Bağdat yolunda uyudu. Uzun bir aradan sonra, o zaman vazgeçmek zorunda kaldığı işe devam etmek üzere İskenderun’da karaya çıktı! Silahıyla, teknolojisiyle, uzman askerleriyle... Ve 1850’lerden bu yana vazgeçilmeyen, bugün de Federal Dışişleri bakanlığının çekmecelerinde saklı duran planlarıyla... Yüzyılın yarısında II. Wilhelm’in “hedef dünya hakimiyeti, araç donanma” politikası, “Güneşte bir yer” parolasıyla, yeni pazarlar ve hakimiyet alanları elde etmek için harekete geçtiğinden bu yana temelleri hiç değişmeyen, ekonomi ve ticaretten sorumlu federal bakanlıkların kasalarında duran stratejik hedefleriyle cumbur cemaat geldiler... Yine sinsice!

“Yine” dediysem, durup dururken değil. Alman emperyalizminin sömürüye sinsice yol döşeme yönteminin 19. yüzyıldan bu yana birçok bölgede defalarca uyguladığını biliyoruz. Bu sinsiliğin somut nedenleri var:

19. Yüzyılın ortalarında hızla güçlenmeye başlayan endüstri, çoğalan nüfus ve toplumsal yapıdaki değişim Almanya’yı yepyeni bir dış politika izlemek, dünyaya açılmak zorunda bırakıyordu. Böylece, geçmiş üç yüzyıl boyunca gerçekleşmiş olan sömürge paylaşımında geç kalan, otobüsü kaçırmış dev uyanmaya başladı. 1870’li yıllara gelindiğinde, bu taze güç yeni pazarlar, hammadde kaynakları ve etki alanları bulmak zorundaydı. O günkü koşullarda zaten paylaşılmış olan dünyanın bir yarısında kendisine yer açmak için sinsice davranmaktan başka olanağı yoktu. Bundan kısa bir süre sonra, Amerika kıtasını hegemonyası altına almış ABD ve endüstri devrimini gerçekleştirmiş Japonya da bu yarışa katılacaklardı. Onun için, “kendisinden yardım isteyen güçlere elini uzatarak, o bölgelerin gelişmesine katkıda bulunmak ve bu arada ülke savunmasına destek olmak, bölgedeki karışıklıklara da son vermek için”, ve tabii sadece ve sadece “barışçıl amaçlarla” harekete geçmekten başka bir olanak görünmüyordu..

Alman emperyalizminin yeni hedefleri için önce donanmayı güçlendirmekle başlayan hazırlığa kısa süre sonra bir yeni araç daha eklendi. 1787’de Ruhr hazasındaki kömürlerini taşımak için raylar üstündeki vagonları atlarla çeken Almanya, yüz yıl içinde geliştirdiği demiryolu teknolojisini de emperyalist militarist emelleri için kullanacağı bir silah haline getirdi. Ama sinsiydi. Kendisinden önce orada olan sömürge ülkeleriyle çatışkılı bir ortam yaratacak güce sahip olmadığı için, uygun zamanı beklemek zorundaydı. Böylece “barışçıl amaçlarla” bölgeleri geliştirmek, tıbbi yardım götürmek, zararlı böceklerle mücadele etmek, su tesisleri, yollar, limanlar yapmak üzere işe giriştiler. Yeni hedeflere “güneşte bir yer edinmek” vaadiyle göçmenler de gönderildi. Tabii onlardan önce de askeri birlikler.

Bu yöntemlerle Orta Afrika’ya (Kongo) ve Batı sahillerine bayrağını diken Bismark, 1884’de diğer sömürgeci ülkeleri Berlin’de “Afrika'da sınırların güvence altına alınması” amacıyla bir “Kongo Konferansı”na çağırdı. Bu konferans sonrasında Afrika kıtasında sömürgeciler tarafından paylaşılmamış bir karış toprak parçası kalmadı. Ve Almanların barışçıl yardım ve hizmet politikası kısa zamanda en kaba biçimiyle soyguna, “kitapsız yerli halka” karşı vahşi bir şiddete dönüştü. Bu baskı ve şiddet politikasına karşı yükselen yerel isyanlar da eşi zor bulunur şiddetle bastırıldı. Özellikle Güneybatı’da (şimdiki Namibya) Herero ve Nama’lar, Alman Doğu Afrikası’nda (şimdiki Tansania, Burundi und Ruanda) Maji-Maji bu şiddetten en büyük payı aldı. Örneğin, demiryolu inşasıyla yaşam alanları yok edilen Hererolar, 1905’de başkaldırdığında General von Trotha çoktan kolonilerindeki tüm Hereroların ayırım gözetmeksizin yok edilmesini emretmiş bulunuyordu. 1907’de, isyanın bastırıldığı ilan edildiğinde, 80 bini aşkın Herero nüfusundan en fazla 15 bin kişi kalmıştı. (Ruanda’da yaklaşık bir milyon cana mal olan içsavaşın derin köklerinde Alman emperyalizminin o dönemde attığı tohumların da izleri olduğuna işaret etmeden geçmek istemem.)

Togo, Kamerun... Pasifik’te Yeni Gine, Samoa, Doğu Asya’da Çin...

Ve Çin’de de öyle oldu. Alman sömürgecileri 1860’larda bu ülkede kendilerine yer edinmeyi hedef edindikten sonra uzun süre beklemek zorunda kaldılar. 1894-95’deki Çin-Japon savaşında Çin’in yenilgisiyle beklenen fırsat yakalandı. 1 Kasım 1897’de iki Alman misyonerinin öldürülmesi de tam bir bahane oluşturdu. Alman donanması Kiat-Çou limanına demirledi. Dize getirilen Çin İmparatoru 6 Mart 1998’de yaptığı anlaşmayla Kiat-Çou limanını Almanya’ya kiralıyor, buradan eyalet başkenti Çi-Nan’a kadar demiryolu yapma hakkını da tek başına Almanlara veriyordu. Bundan sonra Alman emperyalistlerinin bu ülkede konumlarını sağlamlaştırdıkları ölçüde ne kadar vahşileşip, acımasızlaştıklarının en açık örneğini, Kaiser II. Wilhelm, Çin’e gönderilen askerlere 27 Haziran 1900 tarihinde verdiği söylevde dile getiriyor: “Düşman, karşılaştığınız anda vurulmalıdır. Affetmek yok! Esir alınmayacak! (...) Hunların Kral Etzel komutasında bin yıl önce edindikleri, bugün bile anlatılarla ve masallarla kulağımıza kadar gelen ünleri gibi, sizler de Çinde Alman adını öylesine yaymalısınız ki, bundan bin yıl sonra bile hiçbir Çinli bir Almana yan gözle bakmaya cesaret edememeli.” (Bundan sonra neler olduğu Çin tarihinin insanlık adına utanç verici sayfalarında bulunuyor.)

Dönelim bize. Silah arkadaşlığıymış, geleneksel dostlukmuş... Bu “dostlarımızın” 19. Yüzyıl sonları ve 20. Yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğuna bakışları, o dönemde ülkeyi kıskaca almış olan İngiliz, Fransız ve İtalyanlar arasından sinsice kendisine yer açışları incelendiğinde bambaşka bir resimle karşılaşırız. İlk başlarda Osmanlı İmparatorluğu hem yeraltı zenginlikleri hem de başta askersel ürünler olmak üzere endüstri mallarının satışı için uygun bir pazar olarak Almanların ağzını sulandırıyordu. Petrol başta olmak üzere yeraltı zenginlikleri neredeyse kaz-yükle-götür denecek kadar boldu. Üstelik, uçsuz bucaksız topraklar, uygun sulama tesisleri kurma koşuluyla, tarım ürünleri açısından da zengin bir kaynak oluşturacaktı. İlk Prusya-Osmanlı ilişkileri sırasında Almanya’da bu doğrultuda az proje tartışılmadı.

Ne var ki, 1880’lerin sonuna gelindiğinde hammadde ve mamul malların ticareti ekonomik ilişkileri belirleyen öğe olmaktan çıkmıştı. Artık asıl yapılması gereken, sermaye ihracı yoluyla ülkelerin ekonomisini ele geçirmek ve tabii iktidarlarını da bağımlı hale getirmekti. Alman endüstri, ticaret ve banka sermayesi de bu işe soyundu. (Bu noktada, yenilikçilik adına hafızasını yitiren ve iyiden iyiye şaşılaşan kimi eski Komünist - yeni liberallerin “modası geçmiş” ilan ettiği Lenin’in emperyalizm üzerine tezlerini bir kez ve bir kez daha okumayı öneriyorum.)

Zaten Bismark döneminden de önce kurulmuş olan Prusya/Almanya-Osmanlı ilişkileri vardı. Krupp ve Bankhaus Bleichschröder 1860’dan başlayarak silah ticaretinin baş köşesine yerleşmiş, Osmanlı bürokrasisine elini atmış bulunuyordu. 1909 yılında Deutsche Bank’ın İstanbul’da açtığı şube, bu ilişkinin başı değil, resmi politikanın iyiden saldırgan haline gelmesinin sonucuydu. Bu uluslararası bankanın yanısıra Deutsche Palaestina Bank, ve Deutsche Orient Bank da bu saldırının taşıyıcıları olarak faaliyete geçti. Bu sonuncusu, aslında Alman Ulusal Bankası ve Dresdner Bank’ın da katkısıyla, salt bu amaçlar için kurulmuş bir bankaydı. Bu çıkarmadan kısa süre sonra, önceleri Osmanlı ekonomisinde söz sahibi Fransız, İngiliz ve İtalyanlar yerleştikleri konumların yarısından fazlasını yitirdiler. Burada da Rosa Lüksemburg’dan bir anımsatma yapmadan edemeyeceğim: “Şu anda vakitsiz çökmesini engellemek için Türk devlet iktidarını güçlendirmenin Alman emperyalizminin çıkarına olduğu herkes için açık. Türkiye’nin likidasyonu, İngiltere, Rusya, İtalya ve Yunanistan arasında paylaşılmasına, böylece Alman sermayesinin büyük operasyonları için bu çok kendine özgü üssün yok olmasına neden olacaktır.” (Rosa Lüksemburg, “Krize der Sozialdemokratie” (“Sosyal Demokrasinin Krizi” – 1915'de hapistaykan yazılan ve 1916'da Almanya'da gizlice dagıtılan “Julius Brosürü”, s. 22)

Başta, Osmanlı imparatorluğu ile ilişkilerin hiçbir politik karakteri olmadığı, “ekonomik ve toplumsal gelişmeye katkı”, “yıkılmakta olan imparatorluğa destek vermek” vb barışçıl amaçlar taşıdığı, sinsi sömürgecilik planlarını gizlemek için öne sürülen iddialardı. Bağdat demiryolu projesi keza. Almanların bu politikası, I. Dünya Savaşı öncesi Avrupa’da esen “penetration pasifique” (barışçıl müdahale) rüzgarına da uygundu. Aslında yapılanların barışla uzak yakın ilişkisi yoktu. Aksine, dünya sömürgelerinin yeniden paylaşımı mücadelesinin olanca sertleştiği bir süreçten geçiliyordu. Bu belgi altında sürdürülen diplomasinin olası bir savaşı ötelemekten başka bir işlevi yoktu. Bu ortamda Osmanlı topraklarının jeo-stratejik açıdan öneminin kat be kat arttığı biliniyor. Bu “dostluk”la Osmanlı İmparatorluğu’nun nerelere sürüklendiği de biliniyor.

I. Dünya Savaşı ardından da Almanlar bu ilişkilerin sömürgeci karakterini ısrarla reddetmeyi sürdürmek zorunda kaldılar. Yitirdikleri savaşın tazminatlarını dengelemek için önemli bir tartışma ekseniydi bu. Savaş öncesinde olduğu gibi, 1920’li, 30’lu yıllarda da tüm tarihsel, diplomatik yazılar “barışçıl amaçlar ve dostluk” temeline oturtuldu. Bu arada Nazilerin caddeler, meydanlara eski sömürgecilerin adlarını verdiklerine kimse dikkat etmedi. Bu “barışçıl hedef” yalanı, Türkiye’de de sadece resmi devlet kayıtlarına değil, sayısı belirsiz kuyrukçunun araştırmalarına, tezlerine, yazılarına da yerleşti. Daha sonraki yıllarda, Bağdat Demiryolu Projesi’nin Alman emperyalizminin jeopolitik planlarının bir parçası olduğu, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasında önemli rol oynadığı üzerine birçok belge, araştırma ve yorum yayınlandı, ama kim dinler ki? Almanlar bizim geleneksel dostumuzdu, eski silah arkadaşımızdı. Osmanlı’nın son destekçisiydi.

* * *

Ve şimdi yine geldiler. Yüz yıldan sonra, bir kez daha uygun bir ortam yakaladıklarını düşünerek... Uzun bir bekleyişten sonra girmeyi başardıkları NATO kisvesi altında... Bir kez daha ülkedeki basiretsizlerin de destegini alan işbirlikçilerin, taşeronların “ricası” üzerine.. Zavallı, kendisini savunmaktan aciz Türkiye Cumhuriyti'ni savunmak için... Sessiz ve derinden... Sinsice... Yavaşça uyandıktan sonra bölgedeki talandan pay almak için...

Eskiler ne demiş?

“Huy canın altındadır, can çıkmadan huy çıkmaz!”

Şimdi biraz daha güncelleştirelim:

Kapitalizm emperyalizmin altındadır,
kapitalizme son vermeden ne emperyalist savaşlar biter, ne sömürü, ne talan, ne de baskı!