AKP neden tezkere istedi?

“Gel tezkere gel!”
Bu cümlecik aslında zorunlu askerlik hizmetini bitirip, sılasına dönmek, sevdiklerine kavuşmak isteyen askerciğin, her zorlu günün akşamı dudaklarından dökülen yakarıştır. Askerde geçen günlerin sonlarına dek, geri saymalar, duvarlara atılan çentikler, bir köşeye asılmış mezureden her gün bir santim kesmeler... “Gel tezkere gel!”

Memet’in, Ali’nin, Haso’nun, halkımın gencecik evlatlarının günü güne ekleyerek özgürlüğüne kavuşmak için beklediği “tezkere”, AKP’nin elinde nicelerin yaşamını kan ve gözyaşlarına boğacak, sayısız cana mal olabilecek bir bela kapısı açtı.

ABD’nin planlarına taşeronluk ettiği defalarca yazılmış, söylenmiş, delillerle kanıtlanmış olan bu siyasal parti, on yıl boyunca ülkenin doğusunda tam bir iç savaş ortamı yarattı. O da yetmedi, komşularına karşı kimi zaman tehditler, hakaretler içeren bir gerilim diplomasisine baş vurdu. Bununla da yetinmedi, ülkemizi Suriye ile savaşın eşiğine getirdi. Öyle ki, emperyalist ağabeyler bile “yavaş ol” demek zorunda kaldılar.

Neden?

Çünkü, AKP gibi ülkede eline geçen tüm değerleri pazarlamaktan başka işlevi olmayan halk düşmanı bir partinin, uzun vadede seçimlerde aldığı, alacağı oylara dayanarak iktidarını sürdürme olanağı olmadığını başından biliyorlardı. Bir zamanlar “demokrasiyi ilerletme”, “temiz eller” gibi halkın özlemlerine seslenen demagojik vaatlerin kafada takke “inanmış Müslümanız, öyleyse namusluyuz” cilasının altına saklananların zaman içinde ortaya döküleceğinin farkındaydılar. Bir gün gelecekti, takke düşecek kel görünecekti.

Bu süreci uzatmanın, oldum olası tüm dünyada bilinen tek yolu vardır: Ülke içinde etnik gruplar ve mezhepler arası düşmanlık tohumları serpmek... İnsanları birbirlerine karşı kışkırtarak, çatışma ortamları yaratmak... Din pazarlamacılığıyla uyutup, uyuşturmak... Sürekli gerilim ve korkuyla sindirmek... Gündem karmaşalarıyla şaşırtmak... Böylece, milyonlarca emekçinin temel sorunlarının farkına varmasını engellemek... Farkında olanların örgütlü mücadelesinin önüne duvar örmek. O da yetmezse...

AKP, iktidarını aslında dış güçlerden aldığı desteğin yanısıra, ülke içinde de bu dayanaklar üzerine kurarak sürdürmekte. Şimdi bunlar yetmez hale geliyor. Artık “dış düşmanlar”la savaşma vaktidir!

Çünkü savaş demek...

Sıkıyönetim demektir. Ya da O-Hal... Ya da nereye kadar uzanacağı, ne kadar süreceği ve ne zaman geçeceği belirsiz “Geçici Güvenlik Bölgesi” demektir. Zaten ayaklar altına alınmış hukuku büsbütün ortadan kaldırarak, yerine “savaş hukuku”nu getirmek demektir. Çoğu dize getirilmiş medyaya açıktan sansür uygulamak, iktidara karşı yükselen her sesin sahibini “vatan haini” damgasıyla hapislerde süründürmek, yetmezse kurşuna dizmek, idam etmek demektir.

Savaş demek...

Tüm insan kaynaklarını, seferberlik bahanesiyle büyük sermayenin, savaş beylerinin istediği gibi istihdam etmektir. Ülkenin tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kimseye hesap vermek zorunluluğu olmaksızın talana açmak demektir. Fakirler kuru ekmek bulamazken, cephede gün be gün milyonlarca liralık cephane harcayıp, araç gereç telef edip, bunların sağlayıcılarını semirtmek demektir.

İşçi ve emekçilerin her türlü hak mücadelesini açıktan yasaklayarak susturmak, örgütlerini dağıtmak demektir. “Vatan savunması” demagojisiyle, halka kemerleri daha da sıktırmak, sırtına dolaylı ve dolaysız, kaldıracağından fazla vergiler yüklemek demektir. İşsizler ordusunun önemli bir bölümünü oluşturan gençleri cephelerde kırdırarak, yığınsal işsizliği sorun olmaktan çıkarmak demektir savaş!

AKP’nin istediği ve şimdi cebine koyduğu tezkere işte bütün bunlara kapı açacak bir anahtardır. Formül oldukça basit: Giderek yurt içinde tırmandırdığı gerilimi, komşularıyla çatışmaya girerek daha da üst düzeye çıkarmak ve giderek patinaj yapmaya doğru evrilen iktidarını bu ayaklar üzerinde sürdürmek. Sanırım tüm hesaplar bunun üzerine kurulu.

Fakat insanlık halleridir, hiç belli olmaz!

Adamın eline veriverirler tezkereyi!