Laiklik düşmanlığı ya da ilkelliğe övgü

Türk şeriatçılarının tezleri acınası tezlerdir. Bu coğrafyada 18. Yüzyıl sonundan beri tüpten çıkmakta olan macunu 21. Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde tüpe geri sokmaya çalışıyorlar.

Soğuk Savaş artığı, Amerikan malı, gerici İsmail Kahraman’ın sözleri elbette ürkütücü. Amaçlarına ulaşabilirler mi, bu iktidar sona ermezse belki. Ancak AKP’liler amaçladıkları dine dayalı totaliter rejimi kurmayı başarırlarsa, Naziler günümüzde nasıl anılıyorsa, gelecekte öyle anılacaklar.

Şu anda kapitalizm dünyanın hemen her yerinde, pek tabii ki İslam dünyasında da hüküm sürüyor. Ancak seküler akıl, Aydınlanma felsefesi ve onun düşünsel türevleri, Batı tipi burjuva siyasal birikimi İslam dünyasında ya hiç yok (söz gelimi Suudi Arabistan) ya da dinin ve geleneğin toplumsal yaşama hükmetmesine engel olamıyor (söz gelimi Mısır).

Türkiye ise bu konuda tarihsel olarak çok ileri bir konumda.

Niyazi Berkes, Osmanlı Devleti’nde laikleşme adımlarının 2. Mahmut döneminde başladığına işaret eder. Şeyhülislam’ın yetkileri daralmaya başlamış, şeriat dışında seküler bir hukuk oluşmaya başlamış, Harbiye (1834) ve Tıbbiye’nin (1827) kuruluşuyla Avrupa’nın eğitmenleri ve ders materyalleri buralarda okuyan Müslüman gençlerin düşünce dünyasını şekillendirmeye başlamıştır. Öğrenciler materyalist düşünceyle tanışır.

Berkes, Batılılaşma sürecinin görüntüde durakladığı 2. Abdülhamit döneminde bile Avrupa’dan Osmanlı topraklarına felsefi eserlerin el altından sokulup dağıtıldığına dikkat çekmektedir. Eserleri yurda gizlice sokulup okunan yazarlar arasında E.Zola gibi natüralistler, C.Darwin gibi materyalistler, J.S.Mill gibi liberaller vardır.

Devlet yönetiminin ve hukukun sekülerleşmesi de süregider. İttihat ve Terakki iktidarında Şeyhülislam kabineden çıkarılır, şeriat mahkemeleri Şeyhülislamlık’tan alınıp Adalet Bakanlığı’na, medreseler de Eğitim Bakanlığı’na bağlanır. Şeriat kuralları artık yalnızca medeni hukukta geçerlidir ama onda da gedikler açılır. Kadınlara boşanma hakkı tanınır.

Bunların üzerine Kemalist reformları, Hasan Ali Yücel’in hümanizmini, Köy Enstitülerini, devletin ve burjuvazinin sola karşı gericiliği palazlandırmasına karşın aydınlar, gençlik ve git gide işçi sınıfı içinde sol birikimin güçlenmesini ekleyin.

Türkiye’de 100 tane İsmail Kahraman gelse sökülüp atılamayacak bir Aydınlanma birikimi var.

Peki yüz yıldır İslamcılar ne önermektedir? Kabaca, aynı şeyleri söylüyorlar.

2. Meşrutiyet İslamcıları, İslam dünyasının geri kalmışlığı ve sömürgeleştirilmişliği karşısında sorunun dinde olmadığını, İslam dünyasının bilakis dinin asıl ilkelerinden uzaklaştığı için uyuşukluğa ve mistisizme gömüldüğünü savunuyorlardı. En çok savundukları görüş “İslam mani-i terakki değildir”, yani İslam ilerlemeye engel değildir görüşüydü.

Bunda haklıydılar, ama kısmen. Hıristiyanlığın kuralları İslam’a göre daha ilerlemeci değildi, hatta Batı dünyasının akla ve bilime meydan okuyan karanlık çağı yüzlerce yıl sürmüştü. Sonu gelmeyen mezhep savaşlarında milyonlar birbirini öldürdü.

Ancak 17. Yüzyıl’da din (Kilise) – devlet ayrımı belirmeye başladı, 18. Yüzyıl’da Aydınlanma felsefesi doğdu ve 19. Yüzyıl’da da laikleşme/sekülerleşme büyük ölçüde tamamlandı. Kilise-Devlet bölünmesi modern Avrupa’da siyasi partiler sistemini doğuran başlıca ayrımlardan biriydi ve en önemli tartışma alanı da kitlesel eğitimin dinî mi yoksa seküler mi olacağı meselesiydi.

Batı, 20. Yüzyıl’a gelindiğinde kararını vermişti. Fransa kilise okullarını 1905’te kapattı. Osmanlı Devleti’nde de medreselerin adım adım sekülerleşmesinin ardından, Cumhuriyet 1924’te Tevhid-i Tedrisat’la hepsini kapatıp eğitimi tümden laikleştirdi.

“İslam mani-i terakki değildir” diyen İslamcılar ise Berkes’e göre gülünç bir pozisyondaydı. Ulema toplumdaki yenilik çabalarının karşısına dikilmekte, ancak bunu yaparken de “bir takım ‘aklileştirme’lerle yeniyi eskinin kalıbına vurmaya” çalışmaktaydı. Bunun sonucunda söz gelimi bütün bilimsel gelişmelerin Kuran’da ya da hadislerde bildirildiğini iddia ediyorlardı. Berkes, Batı dünyasının ise uzun kavgalardan sonra “dinin sadece vicdana ait ve akli tahlile tabi tutulamaz, sadece inanılan şeylere ait olduğunu” kabul ettiğini belirtmekteydi.

İslamcılığın, 2. Meşrutiyet bakiyesi “dinden uzaklaşıldığı için yozlaşıldığı” görüşüne Cumhuriyet döneminde bir de “Batı’nın tekniği ve bilimini alıp kültürünü almamak” fikri eklendi. Tayyip Erdoğan’ın kimi ilkel görüşlerinde de bu yaklaşımın etkisine rastlamak mümkün.

Yumurtanın sarısıyla beyazını ayırmayı öneren bu savın en “başarılı” örneği olarak Suudi Arabistan’ın dünyanın 2’nci büyük silah ithalatçısı oluşunu görebiliriz sanıyorum (Türkiye de 6’ncı).

AKP’nin kamusal eğitimi ve onun üzerinden de toplumu dinselleştirme çabaları, Türkiye’nin 200 yıllık güzergâhını geri çevirmek anlamına geliyor. Ortadoğu’yu kasıp kavuran ve Türkiye’yi de kana bulamaya başlayan şeriatçı terörizm ve onun körüklediği mezhep çatışmasına ise laiklikten başka tedavi yok.

“İnsanlar daha çok din eğitimi alırsa dinini daha doğru öğrenir ve aşırılığın pençesine düşmez” gibi absürt argümanların, toplumsal yaşamı ve eğitimi daha çok dinselleştirmenin, IŞİD ve benzerleri için halihazırdaki bereketli toprağı daha da bereketlendirmekten başka bir sonucu olmayacaktır.

Şu anda Türkiye’deki mücadele ilkellikle uygarlık arasındadır.