Hakikatleri Araştırma Komisyonu

Bir tartışmaya ilişkin son bir-iki günde söylenenlerin kısa bir özetiyle başlamama izin verin:

Bir Hakikatleri Araştırma Komisyonu’nun kurulmasının gerekli olduğunu en son CHP’li Sezgin Tanrıkulu dile getirdi. Kılıçdaroğlu ise ertesi gün yaptığı konuşmada Tankırkulu’nun önerisinin partisi açısından anlamını şu sözlerle açıkladı: “Eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’ın bir açıklaması var ‘Sümen altındaki bilgileri sümenin üstüne çıkararak pek çok faili meçhul açığa kavuşturuldu’ diye... Bütün mesele o bilgileri kullanmak, gerçek sorumluları yargılamak. Ama o zaman birilerine dokunulmuş olacak. AKP’nin elinde bazı bilgiler var ki, faili meçhullerin ortaya çıkmasını istemiyor. Kendi açısından kaygıları var ki böyle yapıyorlar. Bütün faili meçhuller ortaya çıkarılsın istiyoruz. PKK, Öcalan ne diyor bilmiyorum ama bizim bu konuda söylediğimiz bu…” AKP cephesinden Salih Kapusuz ise, “Yıllardan beri Abdullah Öcalan ve BDP bunu tekrar edip duruyor. Tanrıkulu da Diyarbakırlı olması nedeniyle bu öneriyi vermiş olabilir. Önce partisi buna nasıl bakıyor ona bakmamız lazım” diyerek, özet itibarıyla Tanrıkulu’nun önerisini “Kürt olmasına” bağlamış oldu. Hakikatleri Araştırma Komisyonu önerisine dair MHP’li Tunca Toskay da, “Hükümet ile Abdullah Öcalan arasında bir mutabakat, bir anlaşma sağlandığı yolunda haberler yer almıştı. Bu mutabakatın içinde komisyonların kurulması hususu da var. Bu öneri, bu isteklerle uyuşuyor. CHP’ye hayırlı olsun” şeklindeki sözleriyle, bu işin zaten AKP tarafından bağlanmış olduğunu ima etti.

Kürt hareketinin uzun bir süredir Hakikatleri Araştırma Komisyonu kurulmasını talep ettiği biliniyor. Öcalan en son aralık ayında avukatlarıyla yaptığı görüşmede bu konuyu gündeme getirmiş, hükümete komisyonun kurulması konusunda Mart'a kadar süre vermişti. Tanrıkulu’nun önerisine AKP ve MHP cephesinden gelen tepkiler, Kürt hareketinin bu konuda uzun zamandır dile getirdiği talepten kaynaklanıyor. Öcalan aynı görüşmede, “Kendileri Türkiye'nin hatta Ortadoğu'nun demokratikleşmesinde rol alabilirler, önemli bir güçleri var. Ben, kendilerini bir tarikat-cemaat olarak görmüyorum. Hatta tek başına ne bir tarikat ne de bir cemaattir. Biraz sivil toplum örgütü hatta bir siyasi parti işlevine sahip olduğunu düşünüyorum. Oldukça dinamik güçleri var, biz de dinamik bir gücüz. Bu iki dinamik gücün karşılıklı anlayış göstermesi ve dayanışma halinde olması durumunda Türkiye'de birçok temel sorun çözülecektir. Bu dayanışma sadece Türkiye'yi değil Ortadoğu'yu da etkileyecektir. Türkiye'de statükonun aşılması ve demokratikleşme süreci için herkes birlikte çalışabilir. Bu konularda ortak zemin demokrasi olmalıdır” sözleriyle Fethullah Gülen cemaatine de bir mesaj yollamıştı. Bunu şimdilik not ederek geçiyorum…

Hali hazırda tartışmanın durumuna dair bu özetten sonra, Hakikatleri Araştırma Komisyonu önerisinin kendisi üzerinde durabiliriz. Daha önce on sekiz farklı ülkede denenmiş olan bu yöntemin en çok bilinen örneği 1995’te, apartheid sonrası Güney Afrika’da kuruldu 1998’e çalışmalarına devam etti. Bizdeki tartışmalarda pek dile getirilmese de Güney Afrika’da kurulan komisyonun tam adı, “Truth and Reconciliation Commission” (TRC), yani Hakikat ve Uzlaştırma Komisyonuydu. Komisyonun amacı, “onarıcı adalet” felsefesiyle apartheid döneminde hem devlet tarafından işlenen suçların ve insan hakları ihlallerinin hem de Afrika Ulusal Cephesi de dahil direniş güçlerinin fiillerinin, resmi ve sivil temsilcilerden oluşan bir komisyon karşısında itiraf edilmesi ve faillerin af dilemeleri, mağdurların tazminat talep etmeleriydi. 1990’da yürürlüğe giren Geçiş Dönemi Anayasası’nın son maddesinde, “… Böyle bir uzlaşma ve yeniden yapılanma için siyasi amaçlarla ilişkili ve geçmişin çatışmaları içerisinde gerçekleştirilen eylem, ihmal ve cürümlerle ilgili af ilan edilecektir” denilmekteydi. TRC bu zeminde, bir “siyasi uzlaşma” girişimi olarak kuruldu.

“Uzlaşma” kavramının altını bir kez daha çizmek isterim. Zira TRC’nin apartheid sonrası Güney Afrika’daki işlevi, ünlü Avustralyalı gazeteci John Pilger’ın deyişiyle, bütünüyle beyazlara dayanan bir kapitalizmden çok ırklı bir kapitalizme kolay bir geçiş sağlamak ve suçluların, özellikle de katillerin yargı önüne getirilmemesine izin vermekti. Güney Afrika’nın yeni burjuva iktidarı, geçiş sürecinde ülkenin büyük bir istikrarsızlığa sürüklenmemesini sağlamak ve egemen sınıf içerisinde yıllar sürebilecek iç çatışmaları önleyerek yeni yönetici blokunun iktidarını kurmasını kolaylaştırmak üzere, Afrika Ulusal Cephesi’nin verdiği mücadelenin sağladığı meşruiyetten de yararlanarak, bu dönüşümün bir aracı olarak TRC’yi gündeme getirdi. Bu anlamda “onarıcı adalet” felsefesinin siyah Güney Afrikalıların dinsel ve geleneksel kökenleriyle ilişkilendirilmesi hayli uygun bir zemin sağladı. Komisyon’un duruşmaları pek çok örnekte kiliselerde yapılıyor, oturumlar duayla açıldıktan sonra ilahiler söylenmesiyle devam ediyor ve Komisyona Nobel Barış Ödülü sahibi Başpiskopos Desmond Tutu başkanlık ediyordu. Ayrıca suçtan zarar görenlerin, faillerin ve içinde yer aldıkları toplulukların suç nedeniyle uğradıkları zararı tamir etmek, onlar arasında “uzlaşmayı” sağlamak ve ilişkilerini yeniden tesis etmek şeklinde özetlenebilecek “onarıcı adalet” felsefesi, Afrika’nın geleneksel “ubuntu” felsefesiyle harmanlanıyordu. Bunun yeni bir iktidarın kendini kurma sürecine hizmeti herhalde açık.

Komisyon, bu doğrultuda kendilerini “mağdur” olarak görenleri dinledikten sonra onlara bir tazminat vermeyi, “fail” olarak niteleyenleri dinledikten sonra da, eğer işledikleri suçlar siyasi nedenlere dayanıyorsa, affetmeyi vaat ediyordu.

Burada dikkat çekmesi gereken birkaç özellik bulunuyor: Birincisi, TRC bu mekanizmayla, toplumun kaynaşmasını sağlamak için suçu ve hak ihlallerini bireysel bir sorumluluk olarak görüyor, kurumsal ve yapısal nedenleri ikinci plana atıyordu. İkincisi, hakikat ve adalet arasında doğrusal bir ilişki kurarak, yani bir yandan ceza yargılaması sistemiyle TRC’yi ilişkilendirilip (TRC’nin af yetkisi üzerinden), diğer yandan da aynı ilişkide ciddi bir muğlaklık bırakarak, hem hakikate hem de adalete ulaşılmasını riske atıyordu. Ancak bütün bunlara rağmen TRC, özellikle de onun “hakikati anlatanların affedilmesi” mantığı, hem devrik rejimin hem de yeni rejimin işine geliyordu.

En önemli örneği Güney Afrika deneyimi olan Hakikat ve Uzlaştırma Komisyonu’nun, gerek uygulama gerekse ve daha önemlisi adalet felsefesi açısından önemli sorunları bulunuyor. Böyle bir komisyonun Türkiye’de kurulması önerisi ise, bunların üzerine ek sorunları da gündeme getiriyor. Evvela, aktarmaya çalıştığım gibi, Güney Afrika’da bu uygulama bir rejim değişikliği sonrasında ve yeni rejimin meşruiyetini sağlamak amacıyla gündeme geldi. Bu bağlamda apartheid rejiminin karakteri ve ANC’nin ülke çapındaki direnişi üzerinden atlanamayacak parametrelerdir. Bu açıdan Türkiye’de Hakikat (ve Uzlaştırma) Komisyonu kurulması önerisi, yeni rejimin meşruluğunun geliştirilmesi yönünde bir adım olarak görülebilir. Ancak Türkiye’deki rejim değişikliğinin niteliksel olarak Güney Afrika’dakiyle hiçbir benzerliği yoktur.

Dahası, AKP sözcülerinin Tanrıkulu’nun önerisine “bu BDP ve Öcalan’ın isteği” diyerek karşılık vermeleri, AKP’nin kendisinin bu zeminde bir meşruiyet peşinde olmadığına işaret etmektedir. AKP, yeni rejimin meşruiyeti açısından kendi iktidarını yeterli görmekte, kendi dışında aktörlere hareket alanı açacak bir “uzlaşma” girişimine sıcak bakmamaktadır.

CHP ise belli ki bu öneriyi getirerek yeni rejimin AKP iktidarı dışında bir meşruiyet kaynağına yaslanmasının bir yolunu bulduğunu düşünmektedir. Bunun yeni dönemin CHP’sine uygun düşen bir politika olduğunu kabul etmek gerekir.

Öcalan’ın da Aralık'ta yaptığı ve bir yandan, bir kez daha, Hakikat Komisyonu kurulmasını talep ettiği, diğer yandan Gülen cemaatine işbirliği çağrısı yaptığı açıklamasıyla, aslında talebini AKP’ye değil, Gülen cemaatine ilettiği anlaşılmaktadır. “Güney Afrika’da Desmond Tutu olduysa, neden burada da Fetullah Gülen Hakikat Komisyonu’na başkanlık etmesin?” diye düşünmüş olabilir. Bir kez daha yeni rejimin meşruiyeti veridir meşruiyetin kaynağı konusunda bir çekişme vardır.

Son olarak Hakikat Komisyonu’nun suçun sorumluluğunun bireylere yüklenmesi yaklaşımına dayanmasının Türkiye’de ve Kürt sorunu bağlamında yaratacağı sonuçlar çok daha farklı olacağının altı çizilmelidir. Siyasi suçların ve insan hakları ihlallerinin sorumluluğunun bireyselleştirilmesine dayanan, bunların sosyal sonuçları göz ardı edilerek, örneğin mağdurların hayatlarında kayda değer bir iyileşme sağlayacak tazminatlar ödenmesi gibi uygulamalar getirilmesinin ne tür sonuçlar doğuracağı üzerinde dikkatle düşünülmelidir. Türkiye'de kurulacak bir Hakikat Komisyonu, ağırlıklı olarak Kürt sorunu bağlamında işleyecekse, ki böyle olması komisyonun mantığı gereği kaçınılmazdır, bunun milliyetçi karşıtlıkları daha da kızıştırması ve kitleselleştirilmesi sonucunu doğurmasının önüne ne geçebilir? On yıllardır süren savaşın da bir bileşeni olduğu sosyal süreçler nedeniyle gericiliği, yoksulluğu, göçü, kentsel çelişkileri vs yaşayan kitlelerin mağduriyetinin tazmin edilmemesinin ya da gündeme dahi gelmemesinin toplumsal adalet duygusunu yaralayacağı açık değil mi? Bu yaralanmadan gerici, milliyetçi ideolojilerin yararlanacağını görmek çok mu zor? Her şey bir yana, hükümet yetkililerinin, sermaye sınıfının sorumluluğunu “hakikatlerin” içinde sayacak mıyız saymayacak mıyız?

Faili meçhul cinayetlerin aydınlatılmasına, emekçi sınıflara ve Kürt halkına karşı işlenen suçların açığa çıkarılmasına elbette ki hiç kimsenin itirazı olamaz. Bu suçların ve hak ihlallerinin açığa çıkarılması ve adalet sağlanması zorunludur. Ancak bu zorunluluk, ancak Türkiye’nin bu karanlık “yeni rejim”den kurtulmasıyla özgürlüğe dönüşür. Özgürlük, gerçek bir iktidar değişimiyle, yani emekçi sınıfların iktidarıyla, gelebilir. Hakikatleri bütün boyutlarıyla o zaman açığa çıkarır, adaleti o zaman tam olarak sağlayabiliriz.