Zamanın ruhunun benliklerimizle kaynaşıp tek bir kendizaman anımsamasına karışması başka bir düşünülecek durum ya, cebe koyalım şimdilik, tefekkürü sonraya bırakalım.

Zeitgeist ya da Zamanın Ruhu

Kovit19 pandemisi (pandemi henüz TDK’da yer bulmamış. Epidemi var, Fransız kökenli bir tıp terimi denilerek salgın olarak ifade edilmiş. Ama neredeyse iki yıldır dilimize karışan pandeminin esamesi okunmuyor sözlükte, bilginize.) ortalığı talan etmişken hâlâ ne tür bir zamanın ruhundan söz ediyorsun, diyebilirsiniz. Bir ölçüde de haklısınızdır. Hatta ortalığı şuncacık bit kadar meymenetsiz bir virüsün mü yoksa virüse karşı acayip bir gol yiyen kağıttan kaplan kapitalist düzenin mi talan ettiği ziyadesiyle tartışmaya açıktır. 

Ancak nedeni ne olursa olsun tam da bütün bu korkunçluğu tüm kepazeliği ile yaşarken, bu karabasanın her tür çelişkiyi ayan beyan ortaya serdiğinin bilinciyle frensiz bir kamyona hepimiz doluşmuşken ve yokuş aşağı uçuruma doğru tam gaz gidiyorken, sus diyorum, sus, felaket tellallığı yapan yazılar yazma. Kötüyü, sakilliği söyleme, zaten hep yaşadığımızdır. Sus. Başka şeyler; güzel, umutlu, şenlikli şeyler yaz. 

Öyle tabii, öyle de bir de zamanın ruhu denen meret var, nihayetinde. 

Düşünüyorum. Pek sık yapıyorum bunu son zamanlarda. “Zeitgeist” diyor Almanlar. 1769’da ilk kez şair filozof Johann Gottfried Herder bu kavramı kullanmış, sonra Fransız Devrimi’nde yaygınlaşmış ve Hegel ayakları üzerine dikmiş. Bir dönemin anaakım hissiyatını yansıtan her şey, zeitgeist içinde kendine yer buluyor. Belli bir zaman dilimini karakterize edecek duygular, kavramlar, imgeler, düşünceler, simgeler, yaşantılar, yaşantılardan süzülüp gelmiş davranış biçimleri… Yani bir çağın zihniyet dünyasını belirleyen her şey zeitgeist içinde var. 

Yahya Kemal’in sezdirdiği gibi:

“Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta, 
 Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.”

Hadi bakalım. Eski zamanları inlettiği nağmeleriyle nakışlayan cânım Tambûrî Cemil Bey, niyeyse Beyoğlu’ndaki geçenlerde kapandığını duyduğum Cumhuriyet Meyhanesi’ne götürüyor yarım aklımı. Uğultu halinde uzaklardan gelen dost seslerine anason ve meze kokuları karışıyor. Kaybettiğim bir şeyleri aranıyorum, unuttuğum.

Cebime mi koymuştum, yoksa çantamın küçük iç cebinde miydi? Neydi sahi, kaybettiğim? Hakikâti, esaslıyı, içtenliği, dürüstlüğü, dostluğu? Neydi o? Alacası erken düşen sonbahar akşamlarında çatal bıçak seslerine karışmış kahkaha seslerinin, tatlı söyleşmelerin huzuru ve ivecenliği içinde bir çağın kapanıp başka bir çağın açılması hayaline tanıklık etmiş düşdaşlarımın mekâna sinmiş sesleriyle dinlendiğim Cumhuriyet Meyhanesi. Ahh!

Zamanın ruhunun benliklerimizle kaynaşıp tek bir kendizaman anımsamasına karışması başka bir düşünülecek durum ya, cebe koyalım şimdilik, tefekkürü sonraya bırakalım. Cumhuriyet Meyhanesi hatırlaması beni, karantina evlerinde bir başına otururken giderek uzaklaştığımız birlikte düşünmek ve üretmek pratiğinin yapıldığı başka zamanlara ışınladı. Aydınların, entelektüellerin ortaya çıktığı üniversiteler (bir zamanlar entelektüellerin kümelendiği laik kurumlar olarak ne çok işlevler yüklenmişler), laboratuvarlar, kütüphaneler, kahveler, meyhaneler, sınıflar, tiyatrolar, anfiler, yayınevleri, sendikalar, meydanlar…

Üstelik sözün bir ağırlığı olduğu zamanlar. Şimdilerde “dün dündür, bugün bugündür” kaypaklığı yapış yapış her yere sirayet etmişken, dün söylenenin bugün hükmü kalmamışken… Sözün ağırlığı ortadan kalkmışken… Bundan kaynaklı olarak sözü söyleyecek ve toplumu yönlendirebilecek düşünsel, felsefi, kültürel, ideolojik ve siyasal donanıma sahip kamusal aydınların halk için bir yönlendiriciliği bugün için yokken… Zamanın ruhunu anlamaya çalışıyorum.

Yeni tür iletişim teknolojileri ile artık televizyonların dahi etkisi giderek sönümlenirken eskinin kamusal aydınları neye dönüşecek merak ediyorum. İnsanlığın kötülüğün dehlizinde boğulayazmasına rağmen aydınlar sayesinde iyiliğin yüceltildiğine tanık olduk fakat şimdi zamanın ruhu başka türlü iletişim biçimlerini zorlarken, dünün ve şimdinin medya çığırtkanı kanaat önderleri yerini sosyal medya fenomenlerine bırakıyor, bırakacak sanki. 

Şimdinin ruhu mu? Huzursuzluğa batmış odaklanamama hâli, bence. Seyircilerimizle var olduğumuz bir tiyatro sahnesinin yitik oyuncuları gibi sürekli “öteki”nin onaylamasına gereksinim duyan tuhaf sarsak bir ruh hali içinde, her tür yapıp etmemizi göstermek için yaşamaya başladık adeta. Göstermek için yaşamak… Huzursuzluk Çağı olmalı zamanın ruhuna damgasını vuran isim. Akmayı bekleyen ancak akacak mecrayı bulamayan huzursuz ruhların dönenip durdukları, sonsuz bir iç karartısıyla gelir geçer zevklerin peşinde gerçek aşkı aradıkları bir zavallılık çağıdır yaşadığımız. İlk bulan haber versin o halde. Aradığımız nedir? Kaybettiğimiz ne? 

Ses verin hele…