Kapitalizmin insanı, Alice Harikalar Diyarında’nın Beyaz Tavşan’ı gibi elinde saatiyle sürekli geciken bir karaktere dönüşüyor.

Zaman kavgası

Tanrılar saatlerin nasıl ayırt edileceğini ilk bulan adamın da kafasını karıştırdı! İlk güneş saatini kuran kahrolası adam günlerimi öyle kesip biçti, dilimlere böldü ki! Karnım tek güneş saatimdi ben çocukken. Her şeyden dakik ve doğru. Ne zaman yemek yenileceğini o söylerdi. Şimdilerde güneş sana izin verecek, saati gelecek ki yiyesin. Şehir açlıktan büzülüp sokaklarda dolanan şaşkınlarla doldu.”

Romalı komedi yazarı Plautus'un “güneş saati” hakkında ilk yorumu böyle kayda geçiriliyor. Romalıları kendine köle yapan güneş saati için övgülerini dile getiriyor... Zamanı ölçmenin günleri, mevsimleri ve hasat vaktini nasıl aştığını, bir zaman ölçerin toplumu nasıl kökten değiştirebileceğini o ilk anında yakalıyor.

Ama asıl değişim için yüzyılları beklemek gerekiyor. 

Mekanik saat “kapitalizm” ortaya çıkmadan önce de kullanılıyor ama “dakiklik” anlayışının hakim olabilmesi için toplumların işleyiş biçiminin değişmesi gerekiyor.

Bu gerçekleşene kadar çalışma ve dinlenme saatini ölçmek diye bir şey yok. Kapitalizm öncesinin insanı farklı uyuyor ve tabii ki “alarm”a ihtiyaç duymuyor. Savaşlarda, askeri birliklerde bile zamanın neye göre ölçüldüğü pek belli değil. Sahada düşmanın manevrasına göre gerçekleşiyor ne olacaksa.

Tembellik ilkin yazısız kurallarla yasaklanıyor. Kırda festivallerde vakit öldürülürken, zaman bol keseden kullanılırken Protestanlığın çalışma disipliniyle karşılaşılıyor. Saat kuleleri Avrupa’nın kentlerinde prestij unsuru gibi bir bir yükselirken, protestan zanaatçılar saat yapımında herkesi arkada bırakıyor.

Ama dakikliğin bir norm haline gelebilmesi için “çalışma”nın ölçülme ihtiyacının ortaya çıkması gerekiyor. Hassas saat, Britanya İmparatorluğu’nun gemileri okyanuslarda kaybolmasın diye keşfediliyor. Ama bu icadın toplumun işleyişini değiştirebilmesi için önce evlerde, sonraysa fabrikalarda meta yarışının başlaması gerekiyor.

1700’lerin ortaları ve 1800’lerin başları “zaman” ve “dakiklik” kavramlarının en çok tartışıldığı dönemeçler oluyor. 18. yüzyılın insanı “zaman” ile kendine geliyor, 19. yüzyılın insanıysa kendinden geçiyor.

Kapitalizm önce İngiltere’de ve sonra tüm dünyada toplumun her hücresini, yaşamın her anını bir makine gibi işlerken, metalarla birlikte “şey”leri ve tabii ki insanları ortak zamana bağlıyor. Dünya kendini İngiltere’ye göre ayarlarken, Greenwich de saatlerin senkron edildiği merkez oluyor.

Elektriğin icadı buna daha fazlasını ekliyor. Artık gün ışığına ihtiyaç kalmadığı gibi mekanik saatlerin geri teknolojisi de yerini daha hassas ve sürekli çalışır olana bırakıyor.

Saatler hassaslaştıkça, Plautus’un Romalısı'nda olduğu gibi, insanlar da değişim geçiriyor. Zamanın israfına tahammül kalmıyor, dakiklik büyük bir erdem haline geliyor. Kapitalizmin insanı “senkron” yaşıyor. Mekanda olmadığı gibi zamanda da kaçış alanı kalmıyor. 

Zaman da diğer şeyler gibi kapitalizmin kör ama hassas saatine bağlanıyor. Saat denilen alet zamanı ölçmüyor, zamana şekil veriyor, zamanın nasıl deneyimleneceğini belirliyor.

Kapitalizmin insanı, Alice Harikalar Diyarında’nın Beyaz Tavşan’ı gibi elinde saatiyle sürekli geciken bir karaktere dönüşüyor. Ya da Zamana Karşı filminde olduğu gibi ömür/saat denkleminde sıkışıyor, zenginlerin ömrü için çalışacak ve sonra da ölecek hale getiriliyor.

Her gün hiç bitmeyen bir aceleyle oradan oraya koşuşturan kapitalizmin insanı haklı olarak şunu sorguluyor: Kiminle yarışıyoruz? İnsanlığın bilmediği bir düşmanı mı var? Uzaylıların saldırısına mı hazırlanıyoruz? Neden bu kadar hızlı olmak zorundayız?

İnsanlığın bilinen böyle bir düşmanı yok. Ama insanlık kendi immün hastalığıyla uğraşıyor. Kapitalizm “senkron toplum” yaratırken onun hızını kör yasalara bağlıyor. Kapitalizmin yasası daha fazla hızlanamayıncaya dek hızlanmak üzerine kurulu.

Katı olan her şey buharlaşıyor, bu hız büyülüyor ve baş döndürüyor. Ama kapitalizm burjuva toplumun ilk anda vadettiği dakikliği de ortadan kaldırıyor. Kapitalizmde mesai saati ve dinlenme saati kavramı ortadan kalkıyor. 

Kapitalizmin kentinde metrodaki, havalimanındaki, otobüs durağındaki saat anlamsız bir göstergeye dönüşüyor. Kimse istediği yere sözleşilen anda varamıyor. Dakiklik kapitalizmin büyük büyüsü: dakik olandan hep sapan ama bu kör sapmayla “dakikliği” yeniden üreten yanılsama.

Dakiklik bir yanılsamaydı ama asıl kavganın döndüğü yer oldu hep. Emekçinin dinlenme hakkı endüstrinin daha ilk ortaya çıktığı anından itibaren temel kavga konusuydu. Emekçinin yaşam mücadelesiyle “zaman” üzerinde otorite kurma gereksinimi birbirine bağlıydı. Fabrika fabrika greve çıkarken, ev ev örgütlenirken zamanı zorladı, esnetti, kontrol etti ve hakimiyetin kimde olduğunu gösterdi.

Devrimler, zamanın o kadar da dakik işlemediğini gösteren büyük kırılmalar oldu. Einstein’ın “görelilik” kuramında olduğu gibi, kapitalizmin “senkron insanları” da zamanı kendi hızında, kendince deneyimliyordu ve mekanizmanın böyle işlemeye devam edeceğini düşünüyordu. Ta ki mekanizmanın dişlisi kırılana, saatleri yeniden ayarlama anına geldiklerini fark edene dek… Devrim, toplumun işleyişinin yeniden kurulduğu ve kurgulandığı andı.

1789’un Fransız devrimcileri “devrimci takvim”i yürürlüğe koyduklarında bin yıllık geleneği ileriye doğru kırma cüretini gösterdiler. Çünkü zamanın akışının kırıldığını, yeniyi kurmanın olanaklı olduğunu fark etmişlerdi. 

Bolşevikler zaman ile saatin aynı şey olmadığını kavrayan becerikli devrimcilerdi. Zamanı esnettiler ve ona hakim oldular. Sovyetler Birliği’nin takvimi zaman üzerinde otorite kurmanın, zamanın kölesi olmamanın bir örneğiydi. Sovyet insanı dakikliği farklı yaşadı. Zaman, büyük işler başarırken başardığının keyfini sürebilme esnekliğini sundu.

Zamanın içinde devrim yaptılar ve zamanda devrim yaptılar. Zamanı dönüştürdükçe toplumu ve insanı dönüştürdüler. Toplumu ve insanı dönüştürdükçe de zamanı ve geleceği.