'İlginç zamanların içinden geçiyoruz yine, yeni bir çağın kurulma sancılarının tam ortasındayız. Böyle olur, umut ile umutsuzluk kol kola gezer, çürümenin ortasında umulmadık çiçekler açar.'

Yusuf, Menofis ve Kitab-ı Mukaddes

İlginç zamanların içinden geçiyoruz yine. Belki yeni bir çağın kurulma sancılarının tam ortasındayız. Çağ dönümlerinde böyle olur, umut ile umutsuzluk kol kola gezer, intihar eğilimi ile yaşama sevinci birbirine karışır. Yıkımın ve çürümenin ortasında umulmadık çiçekler açar… 

Ayşe Yaltırım ile bu ilginç zamanlarda tanıştık. Arada buluşuyoruz, uzun sohbetler yapıyoruz başka dostların katılımıyla. Tabii çoğu dayısı Nâzım Hikmet üzerinedir. Ayşe, Nâzım’ın yeğeni. Nâzım’ın annesi Ressam Celile Hanım Ayşe’nin anneannesi. Resim tutkusunu Celile Hanım’dan almış. İlginç, Nâzım’dan da Mısır tutkusu miras kalmış Ayşe’ye. Belki Ankara DTCF’de yarım bıraktığı Arkeoloji eğitiminin de payı vardır, sormadım. Öyle ki ne zaman konu Mısır’a gelse gözleri parlıyor, sohbeti daha bir tutkuyla sürdürüyor Ayşe. 

Dediğine göre Mısır ile kurduğu bu tutkulu bağın sebebi Nâzım’ın “Yusuf ile Menofis” adlı oyunu. Bir sohbetimizde oyunun adı zikredilince buldum, yeniden okudum. Peygamber Yusuf’un bildik Mısır macerası etrafında dönüyor oyun. Asıl kahraman o değil ama. Yusuf’la cezaevinde aynı hücreyi paylaşan Menofis’i anlatıyor Nâzım oyununda.   

Bir duvarcı ustasıdır Menofis. Devlete olan vergi borcunu ödemeyince Yusuf ile aynı zindana atılmıştır. Yusuf zindanda rüya yorumculuğunda karar kılmış, o sayede Firavun'a yaranmış, yükselmiş. Menofis ise münafıklığına devam etmiş, Mısır’da ilk grevi örgütlemiş, işçiler onun teşvikiyle iş bırakmışlardır. Yusuf hızla muktedirin yanaşması bir zalime dönüşürken, Menofis duvarcı ustası kimliğini ısrarla korumuştur. Bu durumda kaybeden kim olacak dersiniz? Menofis’tir kaybeden. Son nefesini verirken Menofis, şöyle mırıldanır Firavun'un adamı Yusuf’un kulağına; “Firavun ve Rab seninle olsun Yusuf, hayat benimledir…” Böyle biter, biz kaybederiz sıklıkla, Firavun ve Rab zalimin yanındadır çünkü. Ama biliriz, hayat hep bizimledir. 

***

Benim tutkumun ise iki nedeni var. Birincisi, köklü antik Mısır Uygarlığının tarihteki yeri 19. yüzyıldan bu yana törpülenip aşındırılıyor. Halbuki büyük insanlık ailesinin uzun soluklu macerasında önemli bir duraktır orası. Tarihin başlangıcında köklü bir uygarlık kurmayı, toplumu büyük miktarda artık değer üretecek şekilde örgütlemeyi ve binlerce yıl ayakta tutmayı başarmıştır. Bugün hâlâ geride bıraktıkları eserlerin önünde hayranlıkla eğiliyoruz. Orta çağın bastırdığı insan merakını kamçılamış, şahlandırmış, Rönesans’a, Aydınlanmaya esinini vermiş mirasıyla.  

İkincisi, dinler tarihinde tuttuğu yerle ilgili. Yazdım ve bu konudaki tartışmaların Türkçe'ye kazandırılmasına aracılık ettim, Ahmed Osman’ın kitapları artık Türkçe'dedir. Dinler tarihinin büyük kısmının iki Firavun arasındaki, baba ve oğul, din kavgasından kaynaklandığını iddia ediyor Osman. Firavun Akhenaton’un tek tanrısı “kutsal ruh” Aton ile oğlu Tutankamon’un çok tanrıcı inancı arasındaki kavgadır bu. Akhenaton yenilmiş, Tutankoman zafer kazanmıştır sonunda. Freud’un “Musa ve Tek Tanrıcılık” kitabında dediği gibi Hıristiyanlığın ortaya çıkışı Amonculuğun ikinci büyük zaferidir. Aydınlanmacılar kavgayı devralmış ve kendi usullerince sürdürmüşlerdir. Hepsi Mısır’da başlar ve haliyle Mısır tutkuyla bakılmayı hak eder… 

Modern çağ sadece ışığını değil eşeleyip durduğu kutsal kitaplarını da, Kitab-ı Mukaddes, Mısır’a borçludur. Hâlâ eski Mısır’ın halesinde dolanıp durmaktayız demek ki. 

***

Nâzım Hikmet, 1921’de Kurtuluş Savaşına katılmak için Anadolu’nun yolunu tutmuştu. Yol üzerinde, Bolu’da Vâlâ Nurettin ile birlikte öğretmen olarak atandılar.   Fakat Bolu’da üzerlerindeki gerici baskı her geçen gün artıyordu, polisin gözleri üzerlerindeydi. Bolu’dan ayrılıp Moskova’ya gitmeye karar verdiler. “Meşin Kaplı Kitap” adlı şiirini o yolculuğu sırasında yazdı. 

15 Ocak 1927 tarihli Güneş mecmuasında Yakup Kadri Bey’in sunumuyla ve Arap elifbasıyla yayımlanan şiir “Kitâb-ı Mukaddes” başlığını taşıyor. Mecmua, şiirin sansürsüz olduğunu özellikle belirtiyor. Sansür, dini korumak için mi yoksa Komünizmden korunmak için mi bilemiyoruz. “Meşin Kaplı Kitap” belki o sansürün gereğidir, mümkündür. Bana kalırsa ikincisi şiire daha uygundur. Bütün kutsal kitaplar birbirine benzer, meşin kabın içindekinin ne olduğunun hiçbir bir önemi yoktur çünkü. 

Şöyle başlıyor: 

“Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı,
Ay altında, dün gece,
Deli bir derviş gibi,
Mumu sönmüş, rahlesi yere devrilmiş gibi,
Okudum saatlerce.

Yaldızlı meşin kabın
Parçalanmış koynunda uyuklayan kitabın
Çevirdikçe küf kokan her sarı yaprağını,
Sandım ki eşiyorum bir mezar toprağını.”

Güzel, yaldızlı meşin kapları okumakla mezar toprağı kazmak arasında bir fark yoktur. Esası geçmişin ölülerinden medet ummak, şefaat dilenmektir. Bulup bulabileceğiniz “masallarda çizilen yüzler”, İblisler, Ademler ve Havvalar, kardeşini öldüren lanetli ruhlar, ummanlarda çalkalanan koca tahta gemiler ve peygamberlerdir. Peki bu durumda ne yapmak gerekir? “Meşin kaplı kitap”tan takip ediyoruz;

“Yaldızlı meşin kabı
Parçalanmış kitabı
Varsın gömülsün diye bir ebedi uykuya
Attım kör bir kuyuya.
Yazık! yazık bize ki, asırlarca aldandık,
Karanlıkta çizilen yüzleri görmek için,
Görüp yüz sürmek için,
Yazık! yazık bize ki bir çerağ gibi yandık!
Ne gökten necat geldi, ne bir parça merhamet.
Çalışan esirlere İsa, Musa, Muhammed
Yalnız bir kuru dua, bir tütsü buhur verdi.
Masal cennetlerinin yollarını gösterdi.
Ne beş vaktin ezanı, ne Anjelüs çanları,
Yokluktan kurtarmadı esir çalışanları…”

Demek ki kurtuluş meşin kaplı kitaplarda değildir. Kölelerin, emekçilerin, ezilenlerin tanrısı yoktur. Onlara kurtuluş da, necat, merhamet de göklerden gelmez. Yusuf ile Menofis arasındaki bilinç farkıdır bu. O yüzden biri rüya tabircisi olurken, diğeri grev örgütleyicisi olur. Kanmamak için, varsın ebedi bir uykuya gömülsün diye kör kuyuya atma cesaretini göstermek gerekir. Bunu ise Yusuf değil ancak Menofis yapabilir.

“Hala biz köleleriz: Efendilerimiz var,
Hala her mel’un taşı yosunlaşmış bir duvar,
‘Esir – Efendi’ diye koymuş da adlarını,
İki bahta ayırmış arzın evlatlarını. 
Çiftimiz, sapanımız, sonsuz çalışmamızla, 
Asırlardır bağrında inleyen kazmamızla, 
Meyvelerle bezendi ‘Dünya’ isimli ağaç. 
Bizler ağacımızın altında ölürken aç; 
Efendiler gösterip sırıtan dişlerini
Birer birer topluyor arzın yemişlerini…”

İlginç zamanların içinden geçiyoruz yine, yeni bir çağın kurulma sancılarının tam ortasındayız. Böyle olur, umut ile umutsuzluk kol kola gezer, yıkımın ve çürümenin ortasında umulmadık çiçekler açar. Meşin kaplı kitaplarda değildir çare. Bir eski oyun, bir eski şiir de tutabilir bazen elinizden. Zira merhamet arayan esire mezar kazmanın bir faydası yoktur. 

100 yıl sonra hâlâ Nâzım’ın bıraktığı yerdeyiz. Hâlâ köleleriz, efendilerimiz var. Hâlâ küf kokan sarı yapraklarda arıyoruz kurtuluşun yolunu. Yazık bize, yeter aldandığımız. Kalk artık Menofis, dikil ayaklarının üzerine, bak hayat bizimle!