Bizim cenahın artık eskide bırakılmış, hâlâ bırakılmadıysa çok geç kalınmış jargonuyla söylenirse, minimum ya da 'minima' programdır büyük burjuvazi açısından önem taşıyan.

'Yumuşak iniş'

Aslında çok kullanılan bir deyim bu. Hem havacılık benzeri özel alanlarda hem de oralardaki anlamından esinlenilerek başka birçok alanda. Dolayısıyla, neredeyse anonimleşmiş, sahibi ve kullanıcısı adlandırılamayacak kadar çoğalmış durumda. Öyleyse, başlıkta neden tırnak içinde veriliyor, sanki bir yerden, bir kişiden aktarılmış?

Aktarılıyor da ondan. İki gün önce, Salı gecesi soL TV’deki bir tartışmada Aydemir Güler tarafından kullanıldı. Ben ona atıfta bulunuyorum. Aydemir düzen muhalefetinin epeydir süregelen her şeyi, her beklentiyi, her iyileşmeyi seçime bağlama tavrına değinerek bunda bir yumuşak iniş hedefinin varlığından söz ediyordu. Benim yumuşak iniş derken anlatmak istediğim de bununla ilgili. Ama biraz farklı açılardan bakarak farklı yerlere doğru ilerleyecek.

Bu eğilimin son haftalarda sıkça tekrarlanan “devri sabık yaratmayacağız” sözleriyle birlikte düşünülmesi daha açıklayıcı olabilir. Bizim ülkemizdeki siyaset sahnesinde, özellikle seçimlerin yaklaştığı yolundaki tahmin ya da talepler yaygınlaştığında, bu söz yeni iktidar adaylarının dilinde bir tür seçim vaadine dönüştürülür. Anlamı aşağı yukarı şudur: Bizden öncekiler olmadık yanlışlar, kötülükler, adaletsizlikler yaptılar; ama biz iktidara geldiğimizde intikamcı davranmayacağız, hepsine sünger çekip yepyeni bir sayfa açacağız. Bunu bir marifetmiş gibi söylerler. Buna karşılık, eğer dedikleri doğruysa ve gerçekten daha öncekiler onca kötülük yapmışlarsa, onları bağışlama hakkını nereden aldıklarını, halkın bağışlayıp bağışlamayacağını ise söylemezler elbette.

İşin bir yanı bu. Ahlaki yanı, daha doğrusu, ahlaksızlık yanı. 

O yanını uzatmadan bırakıp devam edelim.

Bana sorulursa, bu yumuşak iniş beklentisi, hedefi de diyebiliriz, şimdilik açık açık, ısrarla dillendirmeseler bile büyük burjuvazinin de isteğidir. Böylelikle büyük burjuvazi ile muhalefetin hedefinin aynı olduğunu mu ileri sürmüş oluyorum? Hayır, en azından, daha değil.

Bizim cenahın artık eskide bırakılmış, hâlâ bırakılmadıysa çok geç kalınmış jargonuyla söylenirse, minimum ya da “minima” programdır büyük burjuvazi açısından önem taşıyan. Lord Keynes de “Uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız!” demiyor muydu zaten?

Yeniden alışılagelmiş ciddiyete dönülerek önem taşıyanın neden minimum program olduğu sorulursa, öncelik sırasına koymadan, üç gerekçe gösterebilirim.

Birincisi, iki hafta önce buradaki yazımda Engels’in tamamlanamamış ünlü makalesinden yaptığım alıntıda belirtiliyordu. Kapitalist sadece kâr için üretim ve değişim yaptığı için bu eylemlerinin sonuçları ile ilgilenmez, diyordu Engels; kâr ediyorsa üretip sattığı malın onu alanlarda, o arada, doğada yol açacağı sonuçlara bakmaz.

İkincisi, burjuvazi için maksimum programdan söz etmenin fazla anlamı yoktur. Tarihsel olarak ömrünün sonlarındadır artık ve maksimum program için bekleyecek gücü de zamanı da kalmamış görünmektedir.

Üçüncüsü, bizim ülkemizde ikinci onyıllık ömrünü tamamlamak üzere olan bugünkü siyasal iktidar ona, özellikle büyük diye ayırt ettiğimiz kesimine çok kazanç sağlamıştır. Burada kazanç sözcüğüyle sadece ekonomik kârları değil, onların yanı sıra, başka kazanımları da anlatmaya çalışıyoruz. Burası tamam. Ama bu büyük kârların da içinde olduğu çeşitli kazanımları sağlayan iktidar, yine de, burjuva sınıfı açısından tercih edilmek şöyle dursun  kabul edilebilir olmaktan git gide uzaklaşmaktadır; çünkü, sağduyusunu yitirmiş, daha büsbütün yitirmemişse, öyle bir noktaya çok yaklaşmış görünmektedir. Bu hızı artarak gelişen bir süreçtir ve sonu yahut tamamlanışı beklenemez. Beklenirse, sağduyuyu, aklı, şunu bunu, hepsini gereksizleştiren, iş işten geçti dedirten bir yıkım ortaya çıkabilir.

Eğer bunlar herhangi bir nedenle yapılmış abartmalardan ibaret değilse, kapitalist sınıfın en güçlü bölmesi olarak büyük burjuvazi için çare, artçısı daha sonra düşünülmek üzere minimum program, siyaset kadrolarını değiştirmektir. Oysa bu pek de öyle söylendiği kadar kolay bir iş değildir. Türkiye burjuvazisi, benim soL Meclis’in Nisan 2002’de düzenlediği ilk kamuya açık etkinliğinde söylediğimden bir adım ileri gidememiş, Demirel ile Ecevit adındaki iki siyasetçiden başkasını bulup çıkaramamıştır. Bulmasına bulmuştur da, bulunanlar o iki ismin yanına bile yaklaşamamışlardır. O tarihte yaptığım yorumla, “Türkiye burjuvazisi hemen herkesin görebildiği ve kendisinin de artık kanıksanmış bir çaresizlik olarak kabullendiği bir siyasi kadro yoksulluğu içindedir. Bu sonucun ortaya çıkmasında, (…) uzun bir süre boyunca, hep sopa göstererek ve sık sık da sopayı kalkan başlara indirerek yönetebilmiş olmanın payı vardır.”  

Düzen içi muhalefetin, herhalde sınıf içgüdüsüyle olmalı, böyle bir yola girmeyi öngördüğü, düşmenin ya da ona benzer bir inişin yaratacağı kırılıp parçalanma etkisinden kaçınmak için bir tür yumuşak inişe hazırlandığı öne sürülebilir. İktidardakilerde ise henüz bu yönlendirmeyi sağlayacak sınıf içgüdüsü harekete geçmiş görünmüyor. Bu durum, muhalefettekilerin, sözcüğü dillerinden düşürmeyen iktidar ortaklarına oranla “beka” sorununun daha çok farkında olduklarını düşündürüyor. 

Peki, iktidardakilerin kinayeli bir anlatımla “minimum program” dediğimiz eğilime yanaşması hiç mümkün olmaz mı? Şu ana kadar bunu zorlayıcı bir neden ortaya çıkmadı denebilir. Üstelik, en son “Gelin hanım, daha dur bakalım, daha neler olacak neler!” söylemini bir yumuşak inişin değil, hiç inmeyecekmişçesine yükselen bir şahinleşmenin belirtisi olarak görenler haksız sayılmaz.

Ama hepsi o kadar değil. Bir yandan, ekonomik bunalım ortalıktaki bütün aktörleri belli bir düzeyin üzerinde sarsıntıya uğratırsa, bir yandan şu anda pek de fazla olmayan egemen sınıfın bastırması artarsa, bir de, atlanmamalı, bunlar “iç dinamik” sayıldığında, hesapta olan ya da olmayan “dış dinamikler”in devreye girişinin de etkisiyle, o minimum programın siyasal uzantısı olabilecek bir tür yumuşak inişe yönelik yeni pazarlıklara doğru dümen kırılabilir. Bu yeni pazarlıkların içinde bugün pek akla gelmeyen çeşitli seçeneklerin bulunması da şaşırtıcı olmaz.

Tamam da, onca yoksunluk, yoksulluk, baskı, eziyet altındaki halkın sessiz kalışı daha ne kadar sürer? Bu soru artık hep akla gelen, iyi ve kötü niyetlerle akla getirilen bir sorudur. Olumlu yanıtı ise ne zamandır tam bir işkoluna dönüşmüş şirketlerce her gün bir başkası ortaya çıkarılan kamuoyu yoklamalarıyla, onların sonuçlarına bakılarak anlaşılmaz. Geliştirilmesini 1905 ile 1915 yılları arasına kadar götürebileceğimiz ve hâlâ geçerliliğini kuşkuya düşürecek bir dayanak bulunmayan “devrimci durum öğretisi”, böyle tanımlanacak bir durumun nesnel göstergeleri arasında, yukarı sınıfların eskisi gibi yönetemez ve yaşayamaz oluşlarının, aşağı sınıfların acılarının ve isteklerinin çok ağırlaşmış olmasının yanı sıra bir üçüncü nesnel koşulu daha vurgular: Olağan zamanlarda soyulmaya şikâyetsizce razı olan kitlelerin eyleminde hatırı sayılır bir yükselişin varlığı. Bu hatırı sayılır yükselişin de iki nedene bağlı olarak ortaya çıktığı eklenir: Bir yandan ekonomik, toplumsal, kültürel bütün koşullarıyla bunalım, öte yandan yukarı sınıfların kendilerinin, hem söylemleri hem tutum ve davranışlarıyla geniş emekçi yığınlarını tarihsel eylemin içine çekiyor oluşu.

Olup bitenlerin açık ve örtülü anlamlarını kavramaya çalışırken yardıma çağrılması gerekenlerden bazılarıydı şu son yazdıklarımız. Tekrar etmiş olduk. İşler karıştıkça, başka tekrarlar da gerekecektir. Yeri geldikçe, kimi zaman yerli yersiz de olabilir, şimdiden söz vermeyelim, yeniden döneriz.