Kötümserlik devrimcinin zehridir, karamsarlıksa intiharı…

Yine de kötümserlikten uzak

Hepsinden önce üç cümleyi art arda yazalım ve hiç aklımızdan eksik etmeyelim: İnsanın insan tarafından sömürülmesi, ezilmesi ve öldürülmesi suçtur. Bu suçu önlemek de işleyenleri, hem insanları koruma hem sağaltılabilir suçluları geri kazanma amaçlarını birlikte gözeterek, cezalandırmak da toplumun kaçınılmaz sorumluluğudur. Ama, ne yazık ya da ne yapalım ki, burada dile getirilen toplum sözcüğünün başında “sosyalist” sözcüğü yazılıdır. Oraya ulaşmadan ve geriye dönüşü engellemeden kurtuluşu sağlamanın mümkün olmadığını ise artık öğrenmiş bulunuyoruz. Belki de şöyle söylemek daha gerçekçi olacaktır: Umarım öğrenmişizdir.

Sonra devam edelim: Yine ne yazık ki, içinde yaşamakta olduğumuz, yeni doğan bebelerin, çocukların, gençlerin, kadınların, işinde gücünde umarsız insanların sömürüldüğü, ezildiği, öldürüldüğü, bu iş ve eylemlerin her gün dur durak bilmeksizin yinelendiği bir toplumdur. Bir kez daha ne yazık ki, yeryüzü dediğimiz gezegendeki toplumların çok büyük çoğunluğu üç aşağı beş yukarı böyledir. Sondan bir önceki cümlede sıraladıklarım ise rasgele yazılmış değildir; toplumumuza ilişkin güncel saptamaların ürünüdür ve o insanların her biri her gün tanık olduğumuz o suçlarla suçluların dayanılmaz saldırısı altındadır.

İnsanlık, yüzyıllardır varlığını sürdüren sınıflı toplumlarda, şiddeti ve biçimleri değişmekle birlikte, aynı ya da benzer saldırılarla karşı karşıya kalmıştır aslında. Onlara karşı direnmiş, savaşmış, zaman zaman zaferler, bu sözcük fazla abartılı bulunursa, başarılar kazanmış; ancak onların kökünü kazımakta kalıcı başarılara ulaşamamıştır. İsteyen şöyle de söyleyebilir: Başarıların kalıcılığı, öznel değerlendirmelerin iyimserliğiyle sınırlı olmuştur.

İlk çeyreği bitmeden başlayan ve son çeyreği bitmeden sona eren dilimiyle geçen yüzyılın ayrı bir yeri olduğunu öne sürmekse, bir tür hesap görme yapılırken ne abartılı bir iyimserliğin ne de keserin hep kendine yontmasının ürünü sayılabilir. İşçi sınıfı denilen bir yeni ve büyük toplumsal özne ortaya çıkmış, daha doğrusu ortaya çıkışının ardından serpilip gelişerek ayaklanmış, gücü eline almış, akıllarda ve düşlerde oluşturulan bir dünyayı kurmak üzere küçümsenmeyecek bir yol aldıktan sonra yenilmiş ya da yenilgisini önleyememiştir. Bu yenilginin, yüzyılların çürütücü etkileri altında kalmış büyük kitleler üzerindeki yıkıcı, yıldırıcı sonuçları da hesaba katıldığında, farklı ağırlıkta da olsa dünyanın her yanına kötümserlik tohumlarının saçılmasına yol açmadığı düşünülemez. Ama bunu not etmekle yetinip yeni bir toplum kurma yolundaki çabaları engelleyici nitelikler taşıyan bir insan tipolojisinin yaratılmış olduğunu gözden kaçırmayalım. Yazının amacına daha uygunu bu olacak çünkü.

Marx ile Engels Kasım 1845 ile Ağustos 1846 tarihleri arasına rastlayan ve dönemlerinin önde gelen düşünürlerinin belirleyici etkilerinden önemli ölçüde uzaklaştıkları Alman İdeolojisi başlıklı çalışmalarının hâlâ ışık tutucu giriş bölümünde, devrimin neden gerekli olduğu sorusuna da değinirler. Orada vurgulanan şudur: Sosyalizm mücadelesinin başarısı için “insanların kitlesel bir ölçekte değiştirilmesi zorunludur; böyle bir değiştirme ancak pratik bir hareket içinde, bir devrimde mümkün olabilir.” Sonra aynı yerde, devrimin, başka nedenlerin yanı sıra, iktidarı alacak sınıf  “ancak bir devrimde geçmiş çağların fışkısından kendini kurtarmayı ve yeni bir toplumu kurmaya uygun duruma gelmeyi başarabileceği için zorunlu” olduğu belirtilmiştir.

Bunları yazanların o devrimin gerçekleştirilmesine de ondan sonra yeni bir toplum kurmaya girişilmesine de tanıklık edemediklerini biliyoruz. Buna karşılık, tanıklık etmenin ötesinde, o devrimi ve yeni bir toplum kurma işini kendi pratiğine dönüştürebilmiş bir insanı tanıyoruz.

Lenin, Ekim Devrimi’nden sonraki iç savaş döneminin sonuna doğru, 1919 yılında “Büyük Sorunların Gösterilmesinde Küçük Bir Resim” başlıklı bir yazı yazıyor ve orada yeni kuruluşu kapitalizmin yarattığı malzemeyi kullanarak gerçekleştirmekten başka bir yol olmadığını öne sürüyor. Burjuva koşullar altında yoğurulmuş ve onun ruh durumu ile doldurulmuş bir insan malzemesinin oluşturduğu bir aygıtı kullanmanın çaresizliğinden söz ediyor.

Burada bir ayraç açarsak, aynı çaresizlikle, üstelik yukarıda değinilen çözülüş ve yıkılış döneminde saçılan kötümserlik tohumları da hesaba katılırsa, bugün de karşı karşıya olduğumuz ileri sürülemez mi?

“Eyvah ki eyvah!” demeyi bırakıp biraz daha ilerleyelim. Ütopyacı sosyalistlerden ayrıldıkları noktayı da sosyalizmi onlar gibi saksılarda ve seralarda yetiştirilmiş değil, kapitalizmin ürettiği malzemeden yararlanarak kurmak isteyişlerine dayandırıyor devrimin önderi. Bu malzemenin ise “yüzlerce ve binlerce yıllık kölelik, toprak köleliği, kapitalizm, küçük bireysel işletmecilik ve pazarda bir yer ya da ürünü veya emeği için daha yüksek bir fiyat elde etme uğruna herkesin komşusuna karşı yürüttüğü savaş ile çürütülmüş” olduğunu söylüyor.

Devam edelim. Aynı önder, iç savaşın son yılı olan 1920’nin Nisan-Mayıs aylarında yazılan ve Çocukluk Hastalığı  kısaltılmış adıyla bilinen eserinde, yeni toplumun gelişimi “halk arasındaki işbölümünün giderilmesi, halkın eğitilmesi, onlara çok yönlü gelişme ve çok yönlü bir eğitimin sağlanması, böylece her şeyi yapabilir duruma getirilmeleri yönünde bir ilerleme imkânı” vereceğini belirtiyor. Hemen ardından bunun uzun yıllar alacağını ekledikten sonra şöyle sürdürüyor: “Sosyalizmi kurmaya soyut insan malzemesi ile ya da bizim için özel olarak hazırlanmış insan malzemesi ile değil, kapitalizmin vasiyetinde bize bıraktığı malzeme ile başlayabiliriz, başlamalıyız.”

Bu iki yaklaşımı, kurucu düşünürlerin ve kurucu önderin yazdıklarını, iki uç olarak mı anlamalı yoksa birbirini bütünleyen iki bakış açısı olarak mı? Bence ikincisi.

Kısa bir irdeleme yapabiliriz.

Tümüyle ilkini öne çıkarırsak, görece kısa bir sürede gerçekleşecek siyasal anlamdaki devrimin, emekçilerin geçmişin “fışkısından” kitlesel olarak arınabilmelerini sağlaması, imkânsızlık ölçüsünde zordur. Dolayısıyla, devrimi emekçilerin eski çağların çürütücü etkilerinden kurtarılmaları açısından zorunlu görmenin toplumsal bir süreç olarak devrimle bağlantılı düşünülmesi doğru olur. Ancak, bu uyarı, kitlelerin öncüsü ve yönlendiricisi durumundakilerin arınmaları ve yeni insana doğru evrilmeleri olasılığına yönelik çabaların her aşamada gerekliliğini yok saymaya yol açmamalıdır.

Tümüyle ikincisini esas almak ise, bir yandan, geçen yüzyılın deneyimlerinde gözlemlendiği üzere, sosyalist toplumu inşa sürecinde yeni insanın yaratılmasına yönelik bilinçli uğraşlara gereken emeğin ve kaynağın ayrılmasını engelleyebilir, öte yandan, devrim mücadelesinde ve onun örgütlerinde bu yönde gösterilecek çabaların çok erken, dolayısıyla başarıya ulaşması çok güç görülerek  ihmal edilmesine neden olabilir.

Tam da buraya gelmişken, “yeni insan”dı şuydu buydu derken, yazının başında sıralananlar  aklıma geliyor ve “Biraz komik mi oluyorum?” kuşkusuna kapılıyorum. Yenisini bırakalım, insanın şöyle birkaç on yıl eskisine de razı olacak duruma mı geldik acaba? Oysa, belli bir özlemle sözünü edip durduğumuz yirminci yüzyılda ne büyük başarılar, hatta çekinmeden söylemeli, zaferler kazanmadı mı insanlık? Hangi kötümserlik tohumları, nerelere kadar saçılmış ve böyle bir değil birçok yazıda dile getirilmiş olursa olsun, onlara tutsak düşmenin kaçınılmaz olduğunu kim söylemiş?

Kötümserlik devrimcinin zehridir, karamsarlıksa intiharı…