'Nasıl olursa olsun, bu düzeni de onun iki yüzlü ahlakını da yıkmaya mecburuz. Ama elbette biz önce kendimizde devrim yapmak istiyoruz, bunun ancak toplumda devrim yaparak mümkün olduğunu biliyoruz.'

Yıkıcı bir aşka methiye

Dinde ahlak yok, artık bunu pratik olarak da biliyoruz. Din, ahlaksız inançtır ve ancak ahlakı tahrip ederek ilerleyebiliyor. Haliyle din çoğaldıkça, inananlar arttıkça, ahlak azalıyor. Aralarında ters bir orantı vardır. 

Bunda, başka şeyler yanında, dinlerin doğduğu koşullara takılı kalmasının da payı var. Marx, “Hıristiyanlığın sosyal ilkeleri, antik köleliği hoş karşılıyor, Orta Çağ toprak köleliğine övgüler düzüyor ve gerektiği zaman, acıyormuş gibi görünerek, proletaryanın baskı altında tutulmasını savunuyor” diyor. Müslümanlık için de aynı şeyleri rahatça söyleyebiliriz. İslam eski köleliği hoş karşılıyor, çalışmayı ve efendiye bağlılığı kutsuyor, zaman eskitmiş olmasına rağmen rahatça çok eşlilikten ve cariyelikten söz ediyor. Ve tabii acıyormuş gibi görünerek, yoksullar üzerinde baskının eksik edilmemesini savunuyor. Yoksulluk da zenginlik de tanrının bahşettiği, doğuştan gelen şeyler ona göre. İnsana kalan kaderine rıza göstermekten ibaret. 

Dinler, eksiksiz tamamı, kararsız, ürkek, durumunu kabullenmiş ve boyun eğmiş, yoksul insanların bütün acınası niteliklerini göklere çıkarıyor. Tabii bu arada yoksul olmayanlara yoksul olanlar gibi yaşamayı vaaz ediyor, “bir lokma bir hırka yeter” diyor. Yoksullara merhamet gösterilmesini ve sadaka verilmesini tavsiye ediyor. Köleci toplumdan feodalizme, kabileden devlete geçişin bir yansımasıdır bunlar. Dinler yoksulluğu ortadan kaldırmak istemiyor, tam tersine, kutsuyor, çürümüş köleci toplumun ahlakını vazediyor.  

Peki Marksizm’de ahlak var mı? Bu soruya dine veya felsefeye yaslanmadan cevap vereceksek şöyle diyebiliriz; Ahlak toplumsal gelişmenin bir ürünü. O gelişme ile ortaya çıkar, o gelişme ile birlikte değişeme uğrar. Haliyle içinde yeşerdiği toplumlardaki çelişik çıkarlara hizmet eder, onları destekler. O halde ahlak sınıfsaldır, sınıflara göre değişiklik gösterir. Yerleşik ahlak, Burjuva ahlakıdır. Haliyle Tarihi Materyalizm ile ahlaki, dini ya da felsefi ülküler arasında hiçbir benzerlik bulunmaz. Kurucularının dediği gibi, emeğin sömürüsünün ve emeğin kurtuluşunun, suç ve onun bedeli ile, günah ve onun kefareti ile ortak hiçbir ortak yanı yoktur. Tarih ne evrensel ahlakın somutlaşmasıdır ne de felsefi antropolojide önceden tasarlanmış bir insan doğasının gittikçe insan cismine bürünmesidir. Marksizm kendini genel, soyut insan tanımlaması üzerine kurmaz, sınıf onun daimi çıkış noktasıdır. Sınıflı toplumun bu gerçekliği, soyut insan üzerinden söylenen her sözü boşa çıkarır. Soyut insanın sınıflı toplumda bir karşılığı yoktur. “İnsan”da sınıflar silikleşir, proletarya görünmez olur ve insan tipik bir burjuva kılığında görünür. Alman ideolojisinin eleştirisi, aslında, burjuva felsefesinin icat ettiği bu soyut insanın eleştirisidir öyleyse. Althusser’in deyişiyle, Marksizm teorik bir anti-hümanizmdir!

Demek ki Marksizm işçi sınıfına dini bir kurtuluş yolu veya ahlaki bir duruş önerisi yapmıyor. Tam tersine, kurtuluş tarihsel bir olgudur, zihinsel bir iş değildir, diyor. Ezilmekten ve sömürülmekten şükrederek, yalvararak kurtulamazsınız. Proletarya, kapitalizmi, onunla birlikte burjuva toplumunu ve ahlakını yıkmadan kurtuluşa erişemez, dediği budur. 

Tabii, ara çözümler arayanlar, sömürücü sınıfı ahlaklı ve merhametli davranmaya davet edenler, Komünist Manifesto’daki adlandırmayla “Burjuva Sosyalizmi” peşinde koşanlar her zaman var olmuştur. Sosyal dertleri hafifleterek acıları dindirmek mümkündür onlara göre; “İktisatçılar, hayırseverler, insaniyetçiler, işçi sınıfının durumunu düzelticiler, bağış kampanyacıları, hayvanları koruma dernekleri üyeleri, içki düşmanları, akla gelebilecek her türlü gizli reform heveslileri, hepsi bu kesime girerler.” Onlar, halihazır toplum düzeni olduğu gibi kalsın, devrimci ve çözücü unsurları olmasın dilerler. Proletaryasız bir burjuvaziyi özlerler, bir tatsızlık çıkmadan insani bir toplum hedefine ulaşmak isterler.

Sadede gelelim; burjuva toplumda “insan” soyut haliyle bulunmuyorsa toplumun bütününe teşmil edebileceğimiz bir ortak ahlak da yoktur. İnsan yoksa ahlakı da yoktur, demek istiyorum. Böylece ahlaksız bir inançla ahlaksız bir toplumu birleştiren ortak paydaya ulaşmış oluyoruz; ahlaksızlıkta birleşiyorlar. 

***

O halde, “hak-hukuk-adalet” gibi evrensel bir ahlaki ilkeden türeyen kavramlar da karşılıksızdır. Sınıfsal çelişkiler üzerine kurulu bu toplumu değiştirmeyi talep etmeden adalet talep edemezsiniz. Bunlar, adaleti sağlamak için o sınıfsal çelişkiyi çözmemiz gerektiği gerçeğini gizlemeye yarar ancak. Maddi koşulları soyut bir evrensel ilke ile dönüştüremezsiniz. Adalet sömürücü sınıfı bütünüyle ortadan kaldırmadan gerçekleştirilemez çünkü. Adalete engel olan bizzat Burjuva üretim tarzının kendisidir. 

Bu toplumda özgürlük de adalet kadar uçucu, havai bir şeydir. Örnek verelim, mülkiyet özgürlüğü mülkiyeti ortadan kaldırmaz, mülkiyet özgürlüğü sağlar insana; din özgürlüğü dini ortadan kaldırmaz, dinini sınırsızca yayma özgürlüğü sağlar. Çalışma hakkı çalışma zorunluluğunu ortadan kaldırmaz, sermayedar değilseniz çalışmanın bir hak olarak tanınması saçma bir şeydir. Bu durumda burjuva toplumda özgürlük, eninde sonunda burjuvanın özgürlüğüdür; bir gücü varsa ancak onu özgürleştirir. İnsan haklarını talep etmek piyasa toplumunun engelsizce işlemesini talep etmektir nihayetinde. Burjuva toplumda “insanın” özgürlüğü de, ahlakı da, adaleti de piyasaya endekslidir. 

Peki bu durumda ne yapacağız? “Ahlaki” bir yol tutturmaktan vaz mı geçeceğiz? 

Marksizm bize bu noktada açık sorumluluklar yüklüyor. Bir yandan mevcut topluma ve düzene bilimle bakmamızı talep ediyor. Gördüğümüz şu; burjuvazi eski toplumu parçalayarak insanları özgürleştirmiş, sonra onları iktisadın gereklerine uygun olarak yeniden bir araya getirmiştir. Burjuva toplumu iktisadi bir toplumdur, üretimin gereklerine göre şekillenmiştir. Sermayedar ve işçi, piyasada, iki sınıfın birer üyesi olarak değil, birer alıcı ve satıcı olarak karşı karşıya gelir. Kendilerinde olanları alırlar veya satarlar. Sorun şu ki işçinin emek gücünden başka satacak bir şeyi yoktur. Onu satmaya razı olduğu anda bireysel yaratıcı yeteneğini de sermayedara devretmiş olur, insan olmaktan çıkıp bir alete dönüşür. Tarih bundan daha ahlaksız bir ticaret tanımıyor. 

Topluma baktığımızda gördüğümüz bu ahlaksız ticareti doğru değerlendirme ve bu değerlendirme sonucunda bu çarpık ilişkiye karşı bir eylemde bulunabilme arzusu, insanın insan kalma refleksiyle yakından bağlantılı. Bu harekete “sosyalizm” dememiz, kapitalizmin toplumu ortadan kaldırmış olması nedeniyle. Biz yeniden ve yeni bir toplum talep ediyoruz çünkü insan kalmamız ancak toplumu insanların ihtiyaçlarına göre yeniden kurabilmemize bağlı.  

Tabii, bütün bunlar için kendi sınırlarımız üzerine de kafa yormamız, kendimizi bu mücadelenin gereklerine göre sürekli yeniden inşa etmemiz gerekir. Bu da eninde sonunda bireysel değil sosyal bir iş. Bu bireysellik ancak kolektif bir yapı içinde doğru şekilde inşa edilebilir. Partiye ve komünizme böyle ulaşıyoruz. Tarihin zorunlulukları karşısında “ahlaki” bir tutum takınabilecek özgürlüğü önce parti, sonra komünizm verebilir bize. Haliyle partiyi ve komünizmi başka şeyler yanında özgür ve ahlaklı bir yaşam için de gereksiniyoruz. 

***

İstemek, gereksinmek ayrı ama elbette o günden önce eksik kaldığımız yanlar, kırılma noktalarımız, çaresizliklerimiz, zayıflıklarımız var. Komünistler tayt giyip oradan oraya uçuşan Amerikan icadı süper adama benzemez. Gözlerimizdeki ışık “Kripton gezegeninin” değil, Marksizm-Leninizm bakiyesidir. “Komünizm kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir” demiştim vaktiyle bir yazıda. Çok savunmacı bir tez olsa da benimsedi okuyanlar. Ama bununla birlikte, komünizm, insanlıktan arındırılmış iktisadi toplumu, yeniden bir insanlar toplumuna dönüştürme mücadelesidir. İnsanlık eleştirisinden yola çıksak da eninde ve sonunda insanlık var. Toplanacağız, yeni bir toplum kuracağız, paylaşacağız ve yeniden insan olacağız.  

“Yaşamı tutarsız olanın aklı da tutarsızdır” demişti bir düşünürümüz. Özün yanlışsa sözün de yanlıştır, diye çevirebiliriz. “Özü sözü bir” diye bir tabirimiz var, yaşama pratiğimizden damıtılmıştır, tutarlılık öğütler muhatabına. Komünizm sadece bir fikir, bir ideolojik tutum değildir çünkü, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Doğruda durmayı başarmak, yoldan şaşmamak, tabii bütün bunlar için kendi sınırlarımız üzerine kafa yormak, kendimizi bu mücadelenin gereklerine göre inşa etmemizin önündeki engellerden kurtulmak gerekir. Amaç özü sözü bir olmaktır nihayetinde. Tutarlı olma şartı var.

Nasıl olursa olsun, bu düzeni de onun iki yüzlü ahlakını da yıkmaya mecburuz. Ama elbette biz önce kendimizde devrim yapmak istiyoruz, haliyle bunun ancak toplumda devrim yaparak mümkün olduğunu biliyoruz. Bizi ahlaklı yapan işte bu bilinçtir.