Konu, derin ve kapsamlı. Evrensel değerlere, insanlığa, eşitliğe, özgürlüğe, barışa, enternasyonalizme kadar uzanıyor. Anlayacağınız bugün tartışmada taraf tutanların hiçbirinin harcı değil…

Yersizlik ve yurtsuzluk üzerine

Uluslararası literatüre göre yaşadığı ülkeyi terk edip bir başka ülkeye geçenlere göçmen deniyor. Gerekçesi ne olursa olsun, ülkesini terk eden kişi ya da kişiler eğer kendi ülkeleri dışında bir ülkeden korunma talebinde bulunursa, uluslararası koruma kapsamına giriyor ve sığınmacı olarak tanımlanıyor. Sığınmacıların korunma başvuruları ilgili ve yetkili makamlarca incelenip, uygun bulunursa bu kez mülteci statüsüne kavuşuyorlar, yani BM tanımlamasıyla: “ırkı, dini, milliyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan, bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi” oldukları hukuksal olarak kabul görüyor. Bu kapsama giren göç olgusu ağırlıkla göç edilen ülkeye yasadışı yollarla, “kaçak” giriş yapmak, yasa ve kayıt dışı kalmak veya yasal olarak girmiş olsa da tanınan süre içerisinde çıkmamak olarak gerçekleşiyor.

Bu tanımlamalara uyacak olursak şunları not etmemiz gerekir: Her göçmen, sığınmacı ya da mülteci değildir. Her sığınmacı mülteci olarak tanınmaz, ancak her mülteci korunma başvurusunu ilk yaptığında hukuki statü alana kadar sığınmacıdır. Sonuç olarak ise şunu not edelim: Her “kaçak”, sığınmacı veya mülteci, temelinde birer göçmendir.

Karışık gelmiş olabilir, hele bir de güncel haberleri izleyip okuyorsanız, Türkiye için bu tanımlamaların iyice çorba olduğunun da farkındasınızdır. Oysa önemli. Kavramları, olguları, tanımları yerine oturtmak, yerli yerinde kullanmak önemli. Çünkü, söz konusu olan milyonlarca insanın yaşamı. Savaş, zorbalık, sömürü ve gericilik saldırılarından kaçmış, insana yakışır bir yaşam ve gelecek yoksunluğundan muzdarip, zorla yersiz yurtsuz kalmış milyonlarca insan.

Dünya Göç Örgütünün 2020 verilerine göre küresel nüfusun yüzde 3,6’sı oranına denk düşecek biçimde Dünyada 281 milyon uluslararası göçmen var. Bu nüfusun 164 milyonu da göçmen işçi.1

Kavramlar, olgular önemli demiştik, bir de zorla yerinden yurdundan edilenlere bakalım. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) verilerine2 göre 2020 yılında dünyada, ülke sınırları içindekiler dahil, 82 milyon 400 bin sığınmacı ve mülteci kayda geçmiş. Bu insanlar içerisinde büyük bir farkla Suriye kökenliler ilk sırada bulunuyor. Dünya ölçeğinde 6 milyon 800 bin Suriyeli mülteci ve sığınmacı listeleniyor. Yine aynı kaynakta mülteci ve sığınmacılara ev sahipliği yapan ülkeler listesinde Türkiye, 4 milyon sığınmacı ve mülteci nüfus ile ilk sırada. 

Dünyada en çok sığınmacı ve mülteci nüfusu oluşturan Suriyeliler için, Türkiye’nin kendi verilerine bakacak olursak: Göç İdaresi Başkanlığına (GİB) göre, ülkede “geçici koruma” kapsamında 3 milyon 768 bin 716 Suriyeli bulunuyor. GİB kayıtlarında, ayrıca, 109 bin 22 ikamet iznine sahip ve 9 bin 498 kaçak, Suriyeli göçmen listeleniyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu birkaç gün önce, 2021 yılı itibariyle geçici statü ile Türkiye'ye gelen 192 bin Suriyeliye vatandaşlık verilmiş olduğunu açıkladı. Soylu’nun verdiği bazı rakamlar, örneğin, kaçak göçmenlerle ilgili verdiği milyonluk sayılar, konunun muhatabı Göç İdaresi Başkanlığının on binlerle açıkladığı verileriyle pek tutmuyor ama, biz yine de AKP’li Bakan açıklamasıdır diye not edip geçelim.

İşte şimdi geldik, bugünün sıcak gündemine. Geçtiğimiz günlerde, bir yanda iktidar ve ortakları, diğer yanda muhalefet ve türevleri bir “iç politika” çekişmesi olarak Suriyeli sığınmacıları konuşuyorlar. Efendim, sen mi gönderirsin, ben mi kovalayım? Gönülleriyle mi gitsinler, zorla mı güzellik olsun? Ben olsam iki yıldan fazla tutmam, yok ama misafirdir ben bayramda da bir yerlere bırakmam…

Ama işte o işler öyle değil. Hiç değil. Zorla yerlerinden yurtlarından edilmiş milyonlarca insanın yaşamı ve geleceği bu düzeyde, bu içerikle, bu üslupla, bu kişilerce tartışılabilecek bir şey değil. Ne insani değerler, ne uluslararası hukuk, ne de siyaset açısından tutar yanı yok bu tartışmaların.

Hızlıca hatırlayalım nasıl geldik bugünlere.

Suriyeli göçmen krizi 2011 ile başladı, Türkiye’deki sığınmacı Suriyelilerin sayısı 2012 yılında 14 binken, 2013 yılında 225 bine çıktı. Bu sayı, 2014 yılında 1,5 milyon, 2015 yılında 2,5 milyon, 2018 yılında 3,6 milyon oldu. Türkiye bu kitlesel göç hareketine “açık kapı politikası” uyguladı. Bunu da büyük oranda, AB mevzuatıyla uyum çerçevesinde gerekçelendirdi.

Tam bu noktada bir uzman görüşü not etmek istiyorum. Göç Araştırmaları Derneğinin bir çalışmasında Dr. Neva Övünç Öztürk, diyor ki: “Türkiye’nin uyguladığı ‘açık kapı politikası’, bir tercih olmaktan ziyade, uluslararası hukuktan ve tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmeleri iç hukukun parçası hâline getiren Anayasamızdan kaynaklanan bir zorunluluk olarak görülmelidir. “3 Ve bu politikanın “...insan hakları sözleşmeleri ile AİHM içtihadında bulan geri gönderme yasağının (geri göndermeme ilkesi/non-refoulement) doğurduğu hukuki yükümlülüğü”nden kaynaklandığını da ekliyor.

Yani aslında Türkiye en başından beri, on yılı aşkın süredir, Suriyeli sığınmacılar konusunda uluslararası alanda gözüne kestirdiği konumlara, heves ettiği paylara, niyet ettiği rollere uygun ilerliyor. 

Öte yandan, Suriyeli sığınmacılar açısından Türkiye’nin üzerine aldığı sorumluluğu tam gerektiği gibi yerine getirmediğini de söylemek gerek. 2014 yılıyla birlikte yasal olarak yürürlüğe giren “Geçici Koruma” uygulaması hassas ve kırılgan durumdaki milyonlarca insanı, muğlak, tanımsız, belirsiz bir statüyle başbaşa bırakmış oldu. Üstelik, bu insanların ne kadar süreceği belli olmayan bu konumları için gerçek anlamda bir “koruma” statüsünün karşılığı olan, tam “entegrasyon” yerine, ne olduğu açık olmayan bir “uyum” süreci tanımlandı.

Suriyeli sığınmacıların, yaşamlarını sürdürebilmek için, ağır sömürüye maruz kaldığı, güvencesiz, kayıtsız işlerde çalıştığını, erkeklerin, gençlerin, kadınların, çocukların, toplumsal yaşama katılma, kültürel ve entelektüel olarak var olma haklarının sınırlandığını biliyoruz. 

Bunların tümünün birikerek, toplumda ırkçı ve ayrımcı bir yönelmeye yol açtığını da görüyoruz, yaşıyoruz.

Demek ki neymiş? Konu, aldım, verdim, tuttum, sıkıldım gönderiyorum konusu değilmiş. Bir seçim çekişmesi başlığı, Meclis salonu atışması hiç değilmiş. 

Konu, derin ve kapsamlı. Evrensel değerlere, insanlığa, eşitliğe, özgürlüğe, barışa, enternasyonalizme kadar uzanıyor. Anlayacağınız bugün tartışmada taraf tutanların hiçbirinin harcı değil…