Toplumsal denetim ve sınıfsal savaşım çalıştırılmadan, sağlığın tüm unsurları devletleştirilmeden çözüm gelmez.
Bir çeteye bağlanan, çete üyesi olduğu söylenen kimilerinin soruşturmalarının başlatıldığı ve olayın geçtiği kimi özel hastanelerin kapatıldığı süreç AKP iktidarının Sağlık Bakanı, Adalet Bakanı ve Cumhurbaşkanı üçgeninde devam ettiriliyor. Yeni ihbarlar geldikçe vahşetin ortaya çıkarılan kişi ve hastanelerle sınırlı olmadığı anlaşılıyor.
Her zaman yaptıkları pişkinlikle, sanki iktidarda değilmiş gibi, sanki toplumun sağlıklı yaşama hakkına sahip olmasında ve “herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürülmesini sağlamak” amacıyla sağlık politikaları ve hizmetlerini planlayıp uygulamak ve denetlemek devletin görev ve sorumluluğunda değilmiş gibi sahte üzüntülerle, suçu belirli kişilere yükleyerek kaçıyorlar sorumluluktan.
Kapitalizmin bitmeyen felaketlerinden biriyle daha karşı karşıyayız. Siyasi iktidarların felaketlerin çözümsüzlüğünü kapitalizme ve kendilerine yüklememek için seçtikleri kişi ve kurumlara yüklemesi sahteliğini bir kez daha görüyor ve yaşıyoruz. Narin vahşetinde ve daha birçok olayda gördüğümüz suçları havale işi, Yenidoğan vahşetinde de sürdürülüyor.
Anayasanın devlete yüklediği görev ve sorumluluğun başında yer alır herkesin “yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı” ve “hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama” hakkı. Bu görev ve sorumluğu, Anayasada yazıyor diye “özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak” yerine getirmeye ağırlık vermek devleti sorumluluktan kurtarmaz. Aynı Anayasada yerine getirme işinin “denetim”le bütünleştirileceği de yazılı.
Sağlık Bakanı ve Bakanlığı kendisine Anayasa, yasalar, KHK ve CBK’lerle verilen planlama ve denetim görevini yerine getirmeyerek, Cumhurbaşkanı da “yürütme yetkisi ve görevi”ni “Anayasa ve kanunlara uygun olarak” kullanan ve yerine getiren, “devletin başı” olarak sorumludur. Bu görev ve yetki yerine getirilmeyerek, ihmal edilerek ya da kötüye kullanılarak Yenidoğan vahşetinin yolu açılmıştır. Gözler yumulmuş, düzen adına susulmuştur.
Anayasal denetim organları olarak konuya bakıldığında, yürütme organı içindeki hiyerarşik ve teftiş denetimlerinde -ki tek başına ortaya çıkan bir olay değil hastane, hasta ve görevliler düzeyinde yaygın ve sürekli olaylar, sakat bırakmalar ve ölümlerle, ihbar ve şikayet tarihinden sonra da devam eden olaylarla karşı karşıyayız- görev ihmali, görevi kötüye kullanma, cana kast, maddi varlığı koruyamama suçlarında birinci derecede devrede olan görevliler dışında denetim elemanları, bakan ve cumhurbaşkanı da devrededir. Bu denetim olaylar yaşandıktan, ölümlerden sonra ya da ihbar üzerine değil her aşamada yapılması gereken bir denetimdir; sağlık bu alanda boşluk kabul etmeyen bir hak ve kamusal hizmettir.
Bakan ve Cumhurbaşkanı hakkında “istifa” isteme hakkı kullanılmalı, Anayasa kapsamında soruşturma açılmalı, Yüce Divan süreci çalıştırılmalıdır. Kimse yaşananları “birkaç çürük elma”ya havale edip kendisini temize çıkaramaz.
Bu süreç düzen Anayasasının zorlaştırıcı hükümlerine karşın siyaseten gündeme alınmalı, birkaç kişinin ya da kurumun suç işleme iddiasına sıkıştırılıp olayların nedeni olan politika ve ideolojinin, sömürünün unutturulmasına izin verilmemelidir. Bu konuda toplumsal baskı ve direniş yolları yaygınlaştırılarak kullanılmalıdır.
Sorumluğun ve denetimin adli ve idari olarak hukuksal ve yargısal alanı eksik bırakılmamalıdır ama bu yol tek başına çözüm getirici olmaz. Kaldı ki yargısal denetim “iddianame” ile sınırlı, iddianame denilen belge de savcı imzalı ama emniyet güçlerinin, sonuçta siyasal iktidarın istedikleriyle sınırlı.
Konunun bir başka yönü parlamentoyla ilgili. Erdoğan CB olarak “Türk ekonomisi, serbest piyasa ekonomisi kurallarına uygun şekilde yoluna devam edecektir” derken (2021), Başbakan olarak “nasıl dünyada her şeyin serbest piyasası varsa sağlıkta da serbest piyasa oluşmalıdır” sözleriyle (2006) düzenin, düzen içinde de sağlığın ekonomi politiğini açık olarak vurguluyor. Buna sağlıkta özelleştirme, piyasalaştırma diyoruz, sağlığın kapitalizmin kâr ve sömürüsüne teslim edilmesi diyoruz. Türkiye’de 1982 Anayasası ve değişiklikleri, 12 Eylül darbesinden sonra çıkarılan yasalar sağlığı piyasaya tesliminin hukuksal meşruluğu yapılmıştır.
Özetle düzen içi, anayasal denetim düzenekleri sınıfsaldır, sömürücülerin söz ve karar sahipliğine hizmet etmekte ya da kağıt üzerinde bırakılmakta.
Sorun denetim ya da denetimsizlikten çok daha derinlerde. Sömürü için silah üretenler, sömürü için doğayı ve insanları katledenler, işgalciler bebekleri katledecek kadar vahşetin ve çürümenin içindeler. Silahları ya da siyaseti kullanarak, milliyetçiliği ya da dini kullanarak, eğitimi ya da sağlığı kullanarak, devleti ve hukuku kullanarak, insanlığa ve doğaya karşı suç işleyerek, her yol geçerli diyerek sınırsız sömürü sürdürülüyor.
Dünya Bankası destekli Sağlıkta Dönüşüm Programının “kamuyu yeniden yapılandırma anlayışına uygun olarak, sağlık alanının yeniden düzenlenmesi” hedefi bir yandan sağlık kurumlarının özerkleşmesi yoluyla kamunun daraltılmasını hedeflerken diğer yandan sağlıkta özelleşmeyi yaygınlaştırdı. Bakanlık bünyesindeki “kamu Özel İşbirliği” ve “Özel Hastaneler” Daire Başkanlıkları dönüşümün ateşleyicisi oldu. Kamu ticarileşti, özel kazandı. Hizmette rekabet hedefi paralı sağlığa ve daha çok kâra yöneldi. Planlayıcı ve denetleyici Sağlık Bakanlığı sağlıkta piyasalaşmaya destek veren bakanlık oldu.
Sağlıkta dönüşüm sağlığı liberalizmin, yabancı sermayenin etki alanına soktu. İnsan, bebek, organ, kök hücre, hücre yenileyici maddeler, hastane teçhizatı, medikal, ilaç ticareti uluslararası piyasanın da konusu.
Tarikat ve Cemaat hastaneleriyle (Fethullah Gülen hastanelerine onay veren, OHAL döneminde kapatan iktidar kim? O hastaneler şimdi kimlerin elinde?), kadrolaşmalarıyla (Sağlık Bakanlığı hangi tarikatların elinde?), bilim dışı yöntemlerle, her türüyle gericiliğin el attığı sağlık alanını da unutmayalım.
Sözde denetim ya da denetimsizlik piyasaya, sermaye sınıfına özgürce hareket olanağı tanıyor. Bunun anlamı sağlıkta denetimin, diğer anlamıyla söz ve karar sahipliğinin sermaye sınıfının elinde olması.
Derin sınıfsal eşitsizlik sağlıkta da açık ara devrede. Bireysel ve toplumsal, insanca yaşam hakkı, sağlık hakkı sömürünün ürünü yapılamaz. Sağlık geliştirici, koruyucu, iyileştirici, tüm politika ve hizmetlerinin herkese eşit ve parasız sunulmasıyla yaşama geçer. Toplumsal denetim ve sınıfsal savaşım çalıştırılmadan, sağlığın tüm unsurları devletleştirilmeden çözüm gelmez.