Eğer önümüzdeki süreçte muhalefet, 'bu iktidarın yeni anayasa yapma ehliyeti yoktur' deyip kestirip atmazsa, iktidar partisi yeni oyuncağıyla büyük bir keyifle oynamaya başlayacaktır.

Yeni oyuncağımız: Yeni anayasa

Her yeni rejim inşası beraberinde yeni bir anayasayı getirir mi? Böyle olmadığını çeşitli örneklerden biliyoruz. Örneğin kimsenin Almanya’da yeni bir rejim kurduklarını inkâr edemeyeceği Naziler asla yeni bir anayasa yapımına girişmediler. Yaptıkları şey mevcut anayasayı, yine o anayasanın içindeki bir maddeye dayanarak askıya almak ve süreklileşmiş bir olağanüstü hal ile ülkeyi yönetmekti. 

Rejim inşa eden bir parti olarak AKP, 82 Anayasası üzerinde ciddi bir şekilde oynadı. 2007’deki cumhurbaşkanını halkın seçmesi, 2010’daki yargının ele geçirilmesi ve 2017’deki cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi referandumlarında rejim inşası açısından kritik anayasa değişikliklerini halkoyuna sundu ve kazandı; ancak mevcut anayasayı tümüyle ilga edip yerine yeni baştan yazılmış bir anayasa koymadı. 

“Yeni anayasa” denenmedi değil aslında, 2007’de denendi ve bir grup akademisyene bir anayasa metni hazırlatıldı; ancak o yıl ve sonrasında yaşananlarla birlikte metin rafa kaldırıldı. Cumhuriyet mitingleri, cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 367 krizi, referandum, seçim, Gül’ün köşke çıkması derken oradan Ergenekon/Balyoz operasyonlarına ve devlet aygıtının cemaatle birlikte ele geçirilmesine, yani devletleşmeye uzanıldı.

Bu “devlet içi savaş” anayasal düzenin fiilen askıya alınması ve adı konulmamış bir olağanüstü hal anlamına geliyordu. AKP giderek devletleşirken ve parti-devlet bütünleşmesine doğru gidilirken, yürütülen tasfiye operasyonlarında “düşman ceza hukuku”na başvuruldu. Silivri adeta bir toplama kampına, mahkûmlar da adeta birer “savaş esiri”ne dönüştürüldü. 

Tasfiye operasyonları bittikten sonra iktidar partisi ve cemaat, devlet aygıtının nasıl bölüşüleceğine dair bir kavgaya tutuştu ve buradan cemaatin 15 Temmuz kalkışmasına varıldı. 15 Temmuz darbe girişimi, iktidar tarafından gayri resmi olağanüstü halin resmileştirilmesine gerekçe yapıldı ve 20 Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL yaklaşık iki yıl sürdü. Bu iki yılda anayasa resmi olarak da askıya alınmış oldu ve ülke KHK’larla yönetildi. OHAL kaldırılmadan gerçekleştirilen referandumla -ki mühürsüz oyların geçerli sayılmasıyla kazanılmış bir referandumdu bu- parlamenter rejim yerini cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine bıraktı. 

Bugün resmi olarak ilan edilmiş bir olağanüstü halde yaşamasak da, gayri resmi olağanüstü halin sürüp gittiği inkâr edilemez bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Salgın bahane edilerek temel hak ve özgürlükler askıya alınıyor, sokak öcüleştiriliyor, dinselleşme hayatın her alanına yayılıyor, kanunlar eğilip bükülüyor, gençler bütünüyle hukuk dışı kararlarla tutuklanarak cezaevine gönderiliyor.

Bunun da ötesinde, Türkiye’de bugün gerçek anlamıyla bir anayasal yargıdan söz etmek de mümkün görünmüyor. Alt mahkemeler Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uymadığı gibi, AYM kimi istisnalar dışında iktidarın anayasaya aykırı düzenlemelerini izlemekle yetiniyor. Türkiye’nin imzacısı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin gerekleri yerine getirilmiyor ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının bağlayıcı olduğu, bunlara uyulmasının bir zorunluluk olduğu kabul edilmiyor. 

Dolayısıyla günümüz Türkiye’sinde ilan edilmemiş olağanüstü hal ile “anayasasızlaştırma” el ele yürüyen bir süreç olarak işlemeye devam ediyor. 

Güncel olduğu için üniversite meselesi üzerinden devam edelim. 1961 Anayasası gücü devlet içerisinde dağıtırken, üniversiteye de bilimsel ve idari özerklik veriyor; 1982 Anayasası ise faşizan karakteriyle bu özerkliği ortadan kaldırıyor ve YÖK’ü ihdas ediyor. Üniversitenin kendi yöneticilerini belirleme hakkı 82 Anayasası ile birlikte büyük ölçüde ortadan kaldırılıyor, seçim yapılsa dahi rektörün kim olacağına dair nihai karar cumhurbaşkanına bırakılıyor.

AKP’ye ise bu da yetmiyor ve anayasaya aykırı olduğu halde, OHAL döneminde çıkartılan bir KHK ile seçimler kaldırılıyor, sonra da cumhurbaşkanına doğrudan rektör atama yetkisi veriliyor. Yani iktidar partisi 82 Anayasası’nın bile ötesine uzanıyor, faşizan karakteri açık bu anayasaya bile adeta rahmet okutuyor.

Son Boğaziçi örneğinde görüldüğü üzere, buna yönelik itirazlar ise anında susturuluyor. Anayasa Madde 34’de yer alan “herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” ilkesine uyulmuyor. Son derece uyduruk ve elbette ki iktidar etkinlikleri için asla geçerli olmayan bahanelerle eylemler yasadışı ilan ediliyor, öğrencilere son derece sert bir şekilde, bütünüyle orantısız bir şiddetle ve bir milis gücü ruhuyla müdahale ediliyor. 

Tekrar söylemek gerekirse, karşımızda hem süreklileşmiş ve gayri resmileşmiş bir olağanüstü hal hem de bir “anayasasızlaştırma” süreci var. Hukuk, “Führerprinzip” ilkesine benzer bir şekilde, rejimin bekasını koruyacak kurallar bütününe dönüşmüş ve bu haliyle de hukuk olmaktan çıkmış durumda. 

Peki hal böyleyken nasıl oluyor da iktidar partisi yeni bir anayasa yapmaktan söz edebiliyor? 

Etmek zorunda, çünkü bu haliyle dahi anayasanın rejimin bekasını tesis etmeye yetmeyeceği görülmüş durumda. Eğer çok değil daha birkaç sene öncesinde geçilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemindeki kimi maddeler değiştirilmezse, AKP en büyük silahı olan sandığı matematiksel olarak kaybedebilir, yani  % 51’i almayı başaramayabilir. Dolayısıyla, yeni bir toplumsal sözleşme yapmak için değil ama “iktidarların ömrünü uzatma” yöntemlerinden biri olarak, dünyada da örneklerine sıkça rastladığımız bir şekilde, anayasa değişikliği şimdi bizim de gündemimizdedir. 

Öte yandan “süreklileşmiş bir teyakkuz/seferberlik hali partisi” olarak AKP, devamlı şapkadan yeni tavşanlar çıkarmak, toplumun önüne yeni kutuplaşma ve konsolide olma müsamereleri koymak zorundadır. Bugünkü şartlarda gidilecek bir baskın ya da erken seçimin iktidar açısından zorlukları düşünüldüğünde, seçime benzeyen ama seçim olmayan bir süreç olarak referandum, “durursak düşeriz” mantığıyla Türkiye’nin gündemine getirilmiş durumdadır. 

Ancak burada esas dikkat edilmesi gereken mesele, Cumhur İttifakı’nın, bırakın herhangi bir anayasa değişikliğini Meclis’ten geçirmeyi, bu değişikliği referanduma götürecek kadar dahi milletvekili sayısına sahip olmamasıdır. Demek ki iktidar, bu süreçte ya milletvekili transferi yapmaya hazırlanmakta ya da muhalefet bloğu içerisindeki kimi partileri –belki de tamamını!- referanduma ikna edebileceğini düşünmektedir. 

Bu ise muhalefet partilerine ve topluma farklı “zeytin dalları”nın uzatılması anlamına gelecektir. Kimilerine demokratikleşme, kimilerine güçlü devlet, kimilerine Cumhuriyet, kimilerine din, kimilerine özerklik, aynı anda ve evet bunlar birbirleriyle çelişse bile, kaçınılmaz bir şekilde vaat edilebilecektir. 

Bunlar çelişse bile vaat edilebilecektir, çünkü iktidar yaklaşık yirmi yılın sonunda hala daha farklı ve çelişkili vaatleri aynı anda toplumun önüne getirebilmekte, bunu yapma gücünü de muhalefetin kendisiyle her daim masaya oturmaya ve uzlaşmaya hevesli halinden almaktadır. İktidar bu hevesin farkındadır ve bu hevesle oynamakta da ustalaşmış durumdadır.   

Eğer önümüzdeki süreçte muhalefet, “bu iktidarın yeni anayasa yapma ehliyeti yoktur” deyip kestirip atmazsa, iktidar partisi yeni oyuncağıyla büyük bir keyifle oynamaya başlayacak ve ancak o oyuncakla işi bittiğinde Türkiye’yi seçime götürecektir. O oyuncağa “çıt çıkmayacak” konseptinin eşlik edeceği ve bu doğrultuda her türlü muhalefetin sertçe bastırılacağı, boğulmak isteneceği açıktır. 

O koşullarda gidilecek bir seçimin nasıl bir nitelik taşıyacağı ve seçimden başka her şeye benzeyeceği ise hepimizin malumudur.