Programın fiyat istikrarını sağlayamadan tıkanma olasılıkları da -toplumsal tepkilerin dikkate alınmadığı steril bir dünyada dahi- göz ardı edilemeyecek kadar yüksektir.
Orta Vadeli Program (OVP)-2025-2027 lehine söylenebilecek tek şey, geçen yıl olduğu gibi bu yıl da vaktinde açıklanmasıdır denilebilir. Malum OVP’ler Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın uygulama programı olarak her yıl açıklanıyor. (Gerçi geçen yıl önce OVP sonra Plan açıklanmıştı!). Her yıl gelecek üç yıl “programlanıyor”; dolayısıyla içinden geçilen yıl düşüyor ve yeni bir yıl ekleniyor. OVP’ler Beş Yıllık kalkınma Planları gibi TBMM onayından geçmiyor; Cumhurbaşkanının imzasıyla Resmi Gazete’de yayımlanması yetiyor. Bu arada, OVP’nin ilk yılı için daha ayrıntılı bir “Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı”nın (CYP) yayınlandığını da not edelim. 2025 Yılı CYP’si de yakında gün yüzüne çıkar.
OVP’lerin tutarsızlıklarıyla ve sapmalarıyla ünlü belgeler olduğu artık ilgili herkesçe biliniyor. Özellikle de son iki yıla (şimdiki OVP için 2026-2027 yıllarına) ilişkin öngörülerdeki sapma, kabul edilebilir sınırların hep çok ötesinde oldu. O yüzden de yeni OVP açıklandığında içinde bulunulan yılın son 3,5 ayına ve gelecek yıla (burada 2025) ilişkin öngörülere bakmak ve bunlar üzerinde daha fazla durmak biraz daha anlamlıdır. Ama sadece “biraz daha” anlamlı; çünkü bu dönemler için dahi geniş ölçekli yanılma payları oluşuyor. 3,5 ay sonrasını bile öngöremeyen bir programın gelecek yıla ilişkin hedeflerinin tutmasını nasıl beklersiniz?
Bununla birlikte, OVP’leri hepten “ciddiye alınamaz” belgeler klasörüne atıp görmezden gelemiyoruz. Neden? Çünkü bu programlar orta vadede atılacak adımları, izlenecek eğilimleri belirleyen niyet beyanları olarak önemsiz sayılamaz. Ortada sermayenin ve (dış sermayenin taleplerini de kataloglayan) sermaye iktidarının sınıfsal bir programı vardır. Bu program yok sayılamaz. Öte yandan, programın eleştirisini ve program-uygulama çelişkilerini ve tutarsızlıklarını da gene bu belgelere bakarak ortaya koyabiliyoruz. Emeğin kimi karşı taleplerinin ne olması gerektiğinin bazı ipuçlarını da bu eleştirel analizlerden türetilebiliyoruz.
2024 yılı: Ne öngörülmüştü, ne bekleniyor?
Enflasyon öngörüsü malum yüzde 33’ten yüzde 41,5’e revize edildi. TCMB zaten bu tahmini yüzde 38-42 aralığına taşımıştı epeydir. Ama biz dahil birçok iktisatçı TÜFE’nin yıl sonu itibariyle bu aralığın üst sınırının da üzerinde kalacağını söylüyor. Burada vurgulanması gereken şu: Gelirleri hedeflenen enflasyona göre belirlemek bile manipülasyonsuz olmuyor.
Bir önceki OVP’ye göre enflasyon öngörüleri yukarı çekilirken büyüme tahminleri aşağıya (2024 için yüzde 4’ten yüzde 3,5’e) çekildi, evet. Ama enflasyon ve büyüme öngörülerinde yeterince gerçekçi düzeltmeler yapıldı mı acaba? Hayır. Örneğin 2024’ün ilk yarısında GSYH büyümesi yüzde 3,8; ikinci çeyrekte yüzde 2,5 büyüme sağlanmıştı, ama üç ve dördüncü çeyreklerde bunun dahi altına düşüleceğinin çok sayıda öncü göstergesi (sanayi üretiminde azalma, sınai katma değerin küçülmesi, vb.) birikirken, yılın bütünü için yüzde 3,5’lik büyüme ortalaması elde edilebilir mi? IMF’nin tahmininin de yüzde 3,4 olduğuna güvenilmesin; bu yıl için yüzde 2,5 oranının üzerinde kalan bir büyüme (Şimşek ekibi için dahi) aşırı sürpriz olurdu!
Peki daha 3,5 ay sonrasını yani burnunun ucunu göremeyen veya gördüğünü göstermek istemeyen bir programın izleyen yıl ve yıllar için öngörüleri ciddiye alınabilir mi? 2025 yılı beklentilerine bakarken buna dönülecektir.
Merkezi Yönetim Bütçesi (MYB) örneğinden gidersek, 2024 yılı bütçe gelir, gider ve bütçe açığı öngörülerinin de önemli sapmalarla gerçekleşeceğini anlıyoruz. Geçen OVP’de 2024 bütçesi giderleri 11 trilyon 89 milyar TL olarak öngörülmüşken, bunun yıl sonunda 11 trilyon 213 milyar TL olacağı; 8 trilyon 437 milyar TL olarak öngörülmüş gelirlerin ise yeni OVP’ye göre 9 trilyon 65 milyar TL’ye çıkacağı anlaşılmaktadır. Giderlerin 124 milyar TL, gelirlerin ise 628 milyar TL (salt vergi gelirlerinin ise gene 198 milyar TL) tahminlerin üstünde gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. Bütün bunların sonucunda bütçe açığının da 2 trilyon 652 milyar TL yerine 2 trilyon 148,5 milyar TL yani 503,5 milyar TL daha düşük gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. Yıl henüz tamamlanmadığı için bunlar kesin veriler de değildir.
Buradaki temel sorun ekonomik olmaktan ziyade hukuksal ve siyasaldır. Meclisin izin verdiğinin ötesinde gelir/vergi toplanırken bütçe harcama ödenekleri de aşılmış olacaktır. Peki yasamanın bütçe hakkı ne olacaktır? Meclisin gündemini beş hafta işgal eden bütçe görüşmelerinin -ki tüm meclislerin en önemli gündem maddesidir- bir hükmü kalmakta mıdır bu durumda?
Bütçe hukuku ile ilgisi olmayan kimi iktisatçıların, kamu kesimini MYB üzerinden ele almanın sığ olduğunu çünkü kamu kesiminin önemli ölçüde bunun çok dışına taştığını okudum geçenlerde. (Adını da verelim, Prof. Hakan Kara’nın bir demecinde gördüm). Ben 40 yıldır bunu önerenlerdenim. Elbette kamu kesimine merkezi yönetim bütçesi yanında mahalli idareleri, sosyal güvenlik kuruluşlarını, genel sağlık sigortasını, fonları, döner sermayeleri ve işsizlik sigortasını da kapsayan “Genel Devlet Dengesi” üzerinden, hatta buna KİT’leri de dahil ederek “Kamu Kesimi Genel Dengesi” üzerinden bakmak da gerekir. Buradan bakıldığında, örneğin 2024 için 11,2 trilyonluk MYB harcaması yerine 16,2 trilyon TL’lik Genel Devlet harcaması üzerinden gitmek gerekecektir. Ama, bir: MYB ezici ağırlığını koruduğu için temsili değeri çok yüksektir; iki: Yasamanın denetimi, izin ve onay düzeneği esas olarak MYB gelir ve giderleri üzerindedir. Bütçe hakkının hesabı da hukuken ve siyaseten buradan sorulabilmektedir. (Tabii sorulursa!).
2025 yılı ve ötesi: Büyüme illüzyonu peşinde
2025 yılı büyümesinin yüzde 4,5’ten 4,0’e düşürülmesi, bugünkü yavaşlama eğiliminin sürmesi durumunda -ki bu güçlü olasılıktır- anlamlı bir düzeltme sayılamaz. IMF’nin 2025 büyüme tahminini yüzde 2,7’ye indirmesi de muhtemelen daha gerçekçidir. 2026 ve 2027 yılları için yüzde 4,5 ve 5,0 oranındaki büyüme öngörüleri de teknik hedefler olmaktan ziyade siyasidir. Esasen tekrar başa dönersek, son iki yıl hedeflerini fazla ciddiye almamak gerekir.
Bununla birlikte şu değerlendirmeyi yapabiliriz: AKP, kendinden önceki koalisyon hükümetinin istikrar programının sonuçlarını tam almadan 2002’de erken seçime zorlanmasının üç iktidar partisini de baraj altında bırakan ve kendisini iktidara taşıyan süreci tetiklediğinin farkındadır. 2009 yerel seçimlerine küçülen ekonomi konjonktüründe girilmesinin de kendisine pahalıya patladığının dersini unutmamıştır. O nedenle seçimlere büyüme konjonktüründe ve seçmenine az çok seçim parsası dağıtacak konumda girmeyi yeğleyecektir. (2023 seçimleri konjonktüründe yaptığı buydu; 2024 yerel seçimlerinde ise istikrar programına mecbur kaldığı için istediği gibi yapamadı ve kaybetti). Bu durumda ekonomi düzelmeden erken seçime gitmeyi bir siyasi intihar olarak görecektir. Bu defa ekonomik büyümeyi faiz gibi araçlarla yapay yoldan şişirme olanağı da olmadığına göre, 2027’den önce bir erken seçimi istemeyecektir. Demek ki AKP açısından kritik yıl 2027’dir; bu yıla kadar istikrar programının sonuçları alınmış ve büyüme patikasına girilmiş olunmalıdır. Dolayısıyla bu OVP, yüksek büyümeyi ve erken seçimi haberleyen bir program değildir. Ekonominin yüksek büyümeye takati yoktur; programın uygulama araçları da buna uygun değildir. (Enflasyon ve cari açıklar düşerken büyümenin hızlanması zaten Türkiye’nin büyüme tarzıyla uyumsuzdur).
Reel olarak değerlenmiş (ve değerlenecek) bir TL ile yüksek reel faiz eşleşmesi, sıcak para girişlerini teşvik edebilir ama tam tersine yatırımları, ihracatı ve büyümeyi caydırıcı olacaktır. Bu OVP, 2027 yılı dahil döviz kurunun düşük tutulması üzerine inşa edilmiştir. Demek ki, reel büyümeden ziyade fiktif bir büyümenin pazarlanabileceği eski güzel yılların (AKP’nin ilk 10 yılının) hayali kurulmaktadır. Zaten bu nedenle de, 2024 yıllık ortalama dolar kuru geçen OVP’de 36,8 TL olarak öngörülmüşken, yeni OVP’de 33,2 TL’ye inmiştir.
Reel olarak değerlenen TL (reel değer yitiren döviz kuru) politikasından bellibaşlı dört fayda elde edilmesi umulmaktadır:
- Kur artışlarının enflasyon üzerine ilave katkı yapmasının frenlenmesi;
- Kurların yatay seyredeceği hatta TL’nin değer kazanacağı güvencesiyle sıcak para girişlerinin teşvik edilmesi;
- GSYH önce TL olarak hesaplanıp sonra dolara çevrildiği için, dolar bazında GSYH ve kişi başına milli gelirin çok daha yüksek çıkması üzerinden bir illüzyon yaratılması; (Şöyle örnekleyelim: 2024 büyümesi yüzde 3,5 olarak öngörülürken, dolar cinsinden büyüme yüzde 17,8 olmaktadır! 2025-2027 için dolar cinsinden sırasıyla yüzde 10,1, yüzde 12,1 ve yüzde 8,0 oranında büyümeler olması öngörülmektedir. Böylece 2027’de 1 trilyon 774 milyar dolarlık bir GSYH ve kişi başına 20.420 dolar düzeyleri elde edilecektir. Bunlar çok zor hedeflerdir ama yaratılmak istenen illüzyonun boyutunu gösterir).
- Dış borç/GSYH oranı düşer çünkü dış borçları şişirilmiş bir dolar cinsi GSYH’ya oranlamış olursunuz (ki bu oran 2024 için de düşmüştür ve Cevdet Yılmaz sunumunda bunu övgü konusu yapmıştır).
Elbette her artının bir eksisi de olabilir. Reel olarak değerlenmiş TL (veya düşük değerli kur), ihracatı olumsuz etkilerken ithalatı özendirir; dış seyahat talebini arttırır; döviz cinsinden borçlanmayı özendireceği için açık pozisyon riskleri yaratır (TL cinsi yüksek reel faizlerle borçlanmış olanlarla birlikte bu kesimleri yıkıma sürükleyebilir),vs.
Sonuç
Son olarak, 2025 yılsonu TÜFE tahmininin yüzde 17,5’te tutulmasının nedeni gene teknik olmaktan ziyade politiktir. Birincil bölüşüm ilişkilerine devlet katında sermaye lehine müdahalenin tercihli aracı enflasyon hedeflemesi ve gelir yönetimi politikalarıdır. Bu örtük IMF politikaları OVP (2024-2026)’da çatılmıştır; OVP (2025-2027) bir devam programından başka bir şey değildir. Programın fiyat istikrarını sağlayamadan tıkanma olasılıkları da -toplumsal tepkilerin dikkate alınmadığı steril bir dünyada dahi- göz ardı edilemeyecek kadar yüksektir.