Aslında tüm bunları yazmak yerine, Bakan Nebati’nin AKP’nin Kızılcahamam kampında yaptığı konuşmada söylediklerini yazmam yeterli olabilirdi.

Yeni ekonomik modelin 'başarısı': Büyüme de kriz de sınıfsal

Erdoğan’ın geçen yılın Aralık ayında “altı aylık bir süreç öngörüyoruz. Zor olanı seçtik ama altı ay sonra meyvelerini yiyeceğiz, Çin de böyle büyüdü. Vatandaşlarımızın refah seviyesi yükselecek, alım gücü artacak. Cari açığımız kapanacak. Faizi düşük, yüksek kazanç elde eden sanayi ülkesi olacağız” diyerek ilan ettiği yeni ekonomik modelin üzerinden tam altı ay geçti.

“Yatırım, üretim, istihdam, ihracat” dörtlüsüyle formüle edilen ve düşük faiz-yüksek kur-ucuz emek üçlüsüne dayanan bu modelin ihracatı artırıp ithalatı azaltacağı, böylece de cari açığın düşeceği/kapanacağı öne sürülüyordu. Bu sayede dövize olan talep de azalacak ve kurların aşağı düşmesiyle birlikte enflasyon da inişe geçecekti. Dahası, sermayedarlar düşük faizle, yani ucuza kredi alacakları için yatırımlarını artıracaklar, bu da istihdam artışını beraberinde getirecekti.

Peki aradan geçen altı ayın sonunda ne oldu, “yeni Çin olma” iddiası üzerine kurulu bu model hedeflerine ulaştı mı ya da o hedeflere ulaşılabileceğine dair herhangi bir emare görüldü mü?

Her şeyden önce “ihracatı artırıp ithalatı azaltma” iddiası bütünüyle boşa düştü. Türkiye son altı ayda ihracat rekorları kırdı ama bunu ancak ithalat rekorları kırarak gerçekleştirebildi, bunun sonucu ise düşürüleceği ya da kapatılacağı iddia edilen cari açığın tam tersi bir şekilde rekor derecede artması oldu.

Peki dövize olan talep azaldı mı? Merkez Bankası bu süreci “liralaşma” olarak adlandırmış, döviz hesaplarının bozdurulup Türk Lirası’na geçişin sağlanması için de Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulaması hem şahıslar hem şirketler için ve envaı çeşit vergi istisnası ve muafiyeti ile birlikte devreye sokulmuştu. Fakat burada da istenenin tam tersi bir durum ortaya çıktı ve verilere göre KKM uygulaması başladığında yüzde 62 seviyesinde olan döviz mevduat hesapları Mayıs sonu itibariyle % 72’ye yükseldi.

Bu yazının yazıldığı Salı günü, dolar 16.75 seviyesini, Euro ise 17.95 seviyesini görmüş ve dövizin “köpüğünün” alınmasından önceki günlere bir adım daha yaklaşılmıştı. Kuru sabitleme iddiasıyla yürürlüğe sokulan KKM uygulaması nedeniyle ise altı ayda Hazine’den, yani halkın cebinden milyarlarca lira zenginlere aktarıldı ve olan yine halka oldu.

Kurlar aşağıya düşmeyince ve ekstra bir faktör olarak Rusya-Ukrayna savaşı enerji fiyatlarını tetikleyince enflasyonun düşmesi gibi bir durum da söz konusu olmadı. Bilakis, yapay faiz indirimi enflasyonu patlattı ve Erdoğan’ın yeni programı açıkladığı Aralık ayında % 36 seviyesinde olan enflasyon Mayıs ayı itibariyle ve elbette ki resmi verilere göre % 73.5 olarak gerçekleşti. Yani resmi verilere göre bile sadece altı ay içerisinde hayat iki katı pahalandı.

Tüm bunların ötesinde, Merkez Bankası politika faizinin aşağı çekilmesine rağmen, tüketici, araba, konut kredileri ile devlet tahvili ve hazine bonosu faizlerinin hiçbirinde bir düşüş gerçekleşmedi, bilakis tüm bunlarda farklı oranlarda artışlar söz konusu oldu. Yani altı ay öncesine nazaran, tüketici kredilerine daha fazla faiz ödenmeye başlandı, devlet ise daha yüksek faizle borçlanır bir hale geldi.

Dahası, Cumhuriyet tarihinde ilk kez borçların faiz ödemesi anapara ödemelerini geçti ve bundan sonra hiç borç alınmasa bile –ki bu imkansız- 1.5 trilyon liralık anapara ödemelerine mukabil 1.7 trilyonluk faiz ödeme yapılması gibi “faiz lobisi”nin ağzını kulaklarına vardıracak bir tablo ortaya çıktı.

Peki bu modelin ulaşabildiği bir hedefi olmadı mı bu altı ay içerisinde? Oldu elbette. Emek maliyetlerinin düşürülmesi hedefine gayet başarılı bir şekilde ulaşıldı ve ekonomi büyümeye devam ettiği halde emeğin üretilen zenginlikten aldığı pay giderek azaldı. Başta finansal sermaye olmak üzere sermaye ise kârına kâr kattı ve ülke tarihinin en büyük servet transferlerinden biri hayata geçirildi.

Toplumun yaşamını idame ettirebilmek için daha çok borçlanmasıyla ve Kur Korumalı Mevduat’ın sağladığı avantajla bankalar yılın ilk aylarında geçen seneye kıyasla kârlarını neredeyse beşe katladılar. Bankacılık sektörü geçen yılın Ocak-Nisan döneminde 20.7 milyar lira kâr elde ederken, bu senenin aynı döneminde 98 milyar lira kâr elde ettiler. Türkiye’nin ilk 500 büyük şirketi de geçen yıl kârlarını yüzde 137 artırdı, bu sene şimdiye kadar elde edilen kârı ise henüz bilmiyoruz.

Hal böyleyken emekçilerin yoksullaşması ise devam etti. Bundan iki yıl önce, 2020 yılının ilk çeyreğinde, yaratılan zenginlikten o zenginliği yaratan emekçiler yüzde 39.1 oranında bir pay alırken, bu senenin ilk çeyreğinde bu oran 31.5’e düştü. Sermayenin payı ise 41.7’den  47.6’ya yükseldi. Yani ekonomi büyümeye devam ettiği halde ortaya “yoksullaştıran büyüme” dediğimiz bir tablo çıktı ve zenginler daha da zenginleşirken yoksullar daha da yoksullaştı, gelir dağılımındaki dengesizlik daha da derinleşti.

Aslında tüm bunları yazmak yerine, Bakan Nebati’nin AKP’nin Kızılcahamam kampında yaptığı konuşmada söylediklerini yazmam yeterli olabilirdi. Abdülkadir Selvi’nin aktardığına göre Nebati izledikleri ekonomi modeliyle ilgili olarak şöyle demişti:

Dövizi düşürmek için yüksek faiz artışı yapabilirdik. Ama o zaman üretim bundan olumsuz etkilenirdi. Biz bir yol ayrımına gittik. Enflasyonla birlikte büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Yüksek faiz artışı yapardık. O zaman üretim dururdu. Kur korumalı TL’ye geçerek bir yandan doları frenledik. Diğer yandan üretimi ve büyümeyi tercih ettik. Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.

Bakanın bu itirafıyla birlikte aslında ortada bir çılgınlık ya da beceriksizlik değil, bir sınıfsal tercih olduğunu görmüş olduk. Bu köşeyi takip edenler ise buna pek şaşırmadılar; çünkü daha yeni program resmen ilan edilmemişken ve Nebati bakan yapılmamışken, 3 Kasım 2021’de bu köşede yayınlanan “24 Ocak’tan bugüne: Sermaye de sefalet de birikmeye devam ediyor” adlı yazıda şöyle demiştim:

Türkiye’nin “tedarik üssü” olması için ihraç edilecek ürünlerin döviz cinsinden fiyatının ucuz olması ve maliyetlerin düşürülmesi için de ücretlerin aşağıya çekilmesi gerekiyordu. İthal girdi fiyatlarının artacak olması ise pek önemsenmiyor, çünkü bunun ucuz emek sayesinde tolere edilebileceği düşünülüyordu. Böylece ihracat artarken ithalat da azalacak ve dış açık kapanacak, bu da zamanla döviz kurunu makul bir seviyeye çekecekti, planlanan buydu. Dahası, seçim sürecine giren Türkiye’de faizleri düşürerek ekonominin canlandırılması, istihdamın artırılması, krediye daha ucuz ulaşılması da iktidar açısından bir zorunluluk olarak görülüyordu.

Bakanın itiraf ettiği şey, yine daha önceki bir yazımda kullandığım bir kavrama başvuracak olursam, halka, işçilere, emekçilere karşı yürütülen bir “tepeden sınıf savaşı”dır. Toplumdaki küçük bir azınlık kendilerine verilen her türlü garantiyle lüks ve sefahat içerisinde yaşamakta, geriye kalan büyük çoğunluk ise her gün biraz daha koyulaşan bir sefaletin içerisinde, yaşamdan başka her şeye benzeyen yaşamlarını idame ettirmeye çalışmaktadırlar. Buna rağmen, ülkede neredeyse yaprak kımıldamamakta, derin bir sessizlik hüküm sürmektedir.

Yaşamdan başka her şeye benzeyen bir yaşamı idame ettirmeye çalışanlar, kendilerine karşı yürütülen “yukarıdan sınıf savaşı”na “aşağıdan sınıf savaşı”yla karşılık vermedikleri, yani seslerini çıkarmadıkları, bir araya gelmedikleri, üretimden gelen güçlerini kullanmadıkları sürece o sefaletin içerisinde yaşamaya ve başkalarının kendilerine lütufta, ihsanda bulunarak maaşlarına üç kuruş zam yapmasını çaresizce beklemeye devam edeceklerdir. O savaşın başladığı gün ise her şey bambaşka olacaktır.