Türkiye-ABD ilişkileri bugünkü seviyesinden daha geriye gitmez. Akepesi de, cehapesi de bu hiyerarşik ilişki modalitesini değiştirmez, değiştiremez.

Yeni bir 24 Nisan’ın düşündürdükleri

Her yılın bu zamanlarında “milletçe” yaşadığımız kasvetli hava bu yıl tepemize düşen yıldırımla sonuçlandı ve biraz havaya ama en çok da birbirimize bağırmaya başladık. Bu meşum 24 Nisan gecesi meseleyi Dedeağaç’taki ABD birliklerine bağlayanları, iktidara Biden’ı var olmayan uluslararası hukuk kurumlarında dava etmeyi salık verenleri, telefonu yüzüne niye kapatmadın diye soranları, Sioux ve Cherokee’leri gündeme getirenleri yaklaşık bir buçuk saat dikkatle dinledim.

En baştan söyleyeyim: “Asıl onlar bizi kesti” ile “Abi kesmişiz işte yae!” cephe hatları arasında tarihsel analiz yapmaya kalkışmak niyetinde değilim. 

Bunun birinci ve en önemli sebebi, bütün merakıma ve bu konuyu 16 yaşından beri araştırıp okumuş olmama rağmen dönem tarihçisi niteliğine sahip olmamam. İkincisi soL’da ve Gelenek’te bu konuda okunacak çok daha kapsamlı ve görüşümü de yansıtan söyleşi ve makaleler bulunması. Örnek olacaksa: Çağdaş Sümer’le söyleşi, Osman Çutsay’ın makalesi ve TKP’nin açıklaması.

Üçüncüsü de bu meseleyi deplasmanda tartışmak yerine kendi sahama çekip “bunca yıl diplomatik planda neler yaptık, ne oldu da buraya geldik?” sorularına yanıt aramak istemem.

Kişisel tarihimden başlarsam, bir yıllığına Fransa’ya gittiğim 1983’e kadar “Ermeni” benim için somut olarak ilkokul son sınıftayken takviye ders aldığım Bayan Şirinyan, Erzurumlu dedemin babası Neşet Bey’in “hayat arkadaşı” Cicianne Peprun Hanım ve sempatik sinema oyuncusu Nubar Terziyan’dan ibaretti. Fransa’da işin rengi değişti tabii. Türk olduğumu öğrenen herkesin ilk sorusu “Midnight Express’i izledin mi?”, ikinci sorusu ise “Ermeni Soykırımı hakkında ne düşünüyorsun?” olunca ben de önce filmi izledim, sonra da Fransa’da bu konuyla ilgili ulaşabildiğim her türlü kaynağı okumaya başladım. O yıl aynı zamanda Dışişleri Bakanlığı’na girmeye de karar vermiş olmam kuşkusuz bu iki soruya yanıt arayışımla yakından ilintiliydi.

Herkesin bildiği gibi, 1973 ile 1984 arasında Ermeni terör örgütleri tarafından gerçekleştirilen saldırılarda toplam 77 kişi yaşamını yitirdi. Bunların arasında Türk diplomatlarının yanında eşleri, çocukları ve çeşitli ülkelere mensup güvenlik görevlileri ve siviller bulunmaktaydı. Türkiye’nin diplomatları açısından, Dışişleri Bakanlığı’nca verilen adla “Asılsız Ermeni İddiaları ile Mücadele” sistematik olarak 1980 sonrasında başladı. O dönemden bugüne Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapan her hariciyeci bu konuyla az veya çok uğraşmıştır dersem abartmış olmam. Elbette ki, şimdilerde monşer diye yaftalanan o dönemin Türk diplomatları haksız yere katledilen meslektaşlarına karşı bir nevi borç ödeme hissinin de etkisiyle bu meseleyi araştırmaya, iddiaları çürütmek için ciddi biçimde çalışmaya koyuldular. Kitaplar yazdılar, devlet büyüklerini bilgilendirmeye, bilinçlendirmeye uygun mücadele stratejileri bulmaya çalıştılar. Bu konu zamanla kamuoyunun ya da hükümetin tutumundan da bağımsız olarak Dışişleri Bakanlığı’nın meselesi haline geldi. Benim 1991 yılında adım attığım kurumun manzarası buydu.

O yıllarda Türkiye’nin ABD’nde az sayıda göçmeni vardı ve Yahudi, Ermeni veya Yunanlılar’la karşılaştırabilecek güç ve etkinlikte bir lobi örgütlenmesi yoktu. Bu yüzden Dışişleri Bakanlığı iki kutuplu dönemin uygun koşullarından da yararlanarak   gerek Ermeni tezlerine gerek Yunan lobisine karşı mücadele için esas olarak “jeostratejik önem” kozunu kullandı. Bunun sahaya yansıması büyük ABD silah şirketleri ile bunlarla zaten bağlantılı olan Yahudi lobisinin etkin desteği oldu.

Avrupa’da ilk darbe Ermeni nüfusun yoğun olarak yaşadığı Fransa’dan, Fransız parlamentosundan gelmişti. Orada kabul edilen karar bir deklarasyon niteliğindeydi ve esasen Fransız kamuoyunda çoktan benimsenmiş bir olgunun ikrarından ibaretti. Bağırdık, çağırdık ve bir sonraki karara kadar unuttuk.

Bu arada Türkiye’de mesele kör topal tartışılmaya başlanmıştı. Yanlış anımsamıyorsam 2000 yılında şimdi televizyonlara çıkıp ABD Başkanı’nı ve “soykırımı tanıyan diğer ülke parlamentolarını” var olmayan bir mahkemeye vermekten bahseden şahsın başkanlığındaki Türk Tarih Kurumu müthiş (!) bir atılım yaparak dünyada dağıtılmak üzere 7 farklı dilde yayın içeren ve “Ermeni iddialarını çürüten” bir CD-Rom hazırladığını duyurdu. O sırada Başbakanlıkta Kıbrıs’tan da sorumlu Devlet Bakanı Şükrü S. Gürel’in dışişleri danışmanı olarak görev yapıyordum. Bakan “git bak bakalım!” diyerek beni tanıtım toplantısına gönderdi. Aklımda yanlış kalmamış ise, CD-Rom’da özet olarak “Ermenilerin 300 binden fazla Müslümanı kestiği, Ermeniler’in hastalık vs. gibi sebeplerden kaynaklanan kayıplarının 40 bin civarında olduğu” belirtiliyordu. İlk yarım saat sonunda toplantıdan çıktığımı ve Bakan’a “bunu ele güne gösterirsek sadece rezil oluruz” dediğimi hatırlıyorum.

Hatıratı çok uzatmayayım. Türkiye ve esas olarak Dışişleri Bakanlığı yine Yahudi lobisinin yardımıyla temas kurulan birkaç bilim insanının çalışmalarıyla daha dengeli bir tez oluşturmaya da çalıştı ama akademik planda atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Avrupa kamuoyunda Ermeni tezleri çoktan kabul görmüş, Türkiye’den Avrupa’ya gelen akademisyen, yazar tayfasının da bu ezberi tekrar etmesi neredeyse bir zorunluluk hale gelmişti. AKP’nin ilk dönemlerdeki “açılımları”, “ortak acı” vurguları artık iyice konsolide olmuş karşı pozisyonu değiştirecek nitelikte değildi zira bunların samimiyeti sorgulanmaya çok açıktı. Günlük hayatlarında “Ermeni” sözcüğünü hakaret olarak kullanmaya alıştıkları için başına “Affedersiniz!” ekleme ihtiyacı hisseden bir kültürün siyasi temsilcilerinin inandırıcılığı pek de yüksek olmuyordu açıkçası.

2008-12 yıllarında Paris’te görevliyken ben bu meseleyle çok uğraştım. Ermeni diasporasının en katı unsurlarının düzenlediği toplantılara katıldım. Ne yaptığım, ne söylediğim internet arşivlerinde mevcut olduğundan bu yazıda değinecek değilim. Yalnız geriye dönüp baktığımda, tartışmanın taraflarının önceliklerinin tarihsel gerçek veya kişisel acılar olmadığını, 1915 yılında Anadolu Ermenilerinin, Türklerinin, Kürtlerinin yaşadıklarının sadece jeopolitik koz olarak işe yaradığında bir anlam ifade ettiğini öğrenmeye yetecek kadar geniş bir deneyim ve birikim elde ettiğimi söyleyebilirim.

Peki ne oldu da bizim “jeopolitik önem” boşa düştü? Diplomasi pozitif bir bilim değil, aslına bakarsınız bilim bile değil ama bu sorunun yanıtı çok basit: Türkiye’nin tezi, ABD’ndeki Yahudi lobisinin desteğini hepimizin bildiği sebeplerle kaybedince “yenilmiş sayıldı”.

Şimdi ABD Başkanı “soykırım” demesinin sonuçları ne olur? Bir başka deyişle “yenildik” de oldu? Türkiye aleyhine davalar açılır mı? Bu sorulara basit yanıtlar vermek olanaksız görünse de olabildiğince sadeleştirerek özetlemeye çalışayım. 

1) ABD’nden işareti alan birçok ülke daha soykırımı tanıyan kararlar alır. Dışişleri Bakanlığımız ve Evrensel Propaganda Başkanlığı o ülkelerin niteliğine göre “göğsümüzü kabartan” açıklamalar kaleme alırlar. 

2) Türkiye-ABD ilişkileri bugünkü seviyesinden daha geriye gitmez. Akepesi de, cehapesi de bu hiyerarşik ilişki modalitesini değiştirmez, değiştiremez.

3) ABD mahkemelerinden birtakım tazminat kararları çıkabilir. Türkiye bunlarla yıllarca uğraşır ama bugünkü yönetim anlayışıyla mahkeme kararlarından çıkabilecek tazminatlardan daha yüksek meblağları, eşin, dostun tanıdığı kriterine göre sözleşme imzalanan lobi veya hukuk firmalarına Türkiye emekçileri olarak bizler cebimizden öderiz. 

4) Bir kısmımız “yüzleşelim” diyenleri “hain”, bir kısmımız “soykırım değildir” diyenleri “inkarcı” ilan etmeye devam ederiz.

5) Önümüzdeki yıl “Biden ne diyecek?” diye merak etmeyiz.

Yine bir Nisan günü, “Birlikte çay içmişliğimiz bile olan Biden bize neden bu buseyi gönderdi?” diye milletçe hayıflanır ve haykırırken aklıma gelenler bunlar oldu işte.