"Ya bize vaaz edilen o masala, bu düzenin değişmeyeceğine ikna olup boyun eğeceğiz ya da bebeklere, çocuklara, kadınlara, işçilere, halklara kan kusturan bir avuç asalağın düzenine son vereceğiz."
Kâr edeceğiz diye yeni doğan bebekleri gözünü kırpmadan öldüren bir düzende yaşıyoruz.
Geçtiğimiz günlerde başkent Ankara’da, Sincan’da bir tarikat medresesinde işkenceye uğrayan çocukları, gençleri gördük… Çocukların, gençlerin hayatını karartan, gericiliğe teslim eden bir düzende yaşıyoruz.
Kadınlar sokak ortasında katledilirken, “gülmeselerdi, orada ne işleri vardı” diyen kopkoyu bir karanlıkta yaşıyoruz.
Ülkemizde yüzde birlik bir kesimin, patronların, halkımıza ait olan kaynakların çok büyük bölümüne el koyduğu zenginlerin düzeninde yaşıyoruz.
Her şeyleri para, biliyoruz. Bir yandan “Filistin halkının yanındayız” deyip, diğer yandan İsrail’e milyonlarca dolarlık dikenli tel satan, askeri tesislerinin enerji ihtiyaçlarını karşılayan alçak bir düzende yaşıyoruz.
Peki, ülkemiz ve bu tablonun benzerini dünyanın başka coğrafyalarında yaşayan halklar gerçekten bu düzene mecbur mu?
Hayatımızı, geleceğimizi karartan, yaşam hakkımızı giderek ortadan kaldıran, ülkeyi ve dünyayı dipsiz bir karanlığa teslim eden bu düzene mecbur muyuz?
Sürekli şunu vaaz ediyorlar:
“Boşuna uğraşmayın… Bu düzenden çıkış yok, daha iyisi de yok! Zaten her şey denendi ve adına kapitalizm denilen bu düzenin gerçekten yıkılmaz olduğu çoktan görüldü.”
Yarın 7 Kasım…
Dünyanın bugün içinde bulunduğumuza çok benzer bir karanlığa gömüldüğü bir dönemde, artık çıkış yok, bir yok oluşa sürükleniyoruz denilen bir aralıkta büyük insanlık yanı başımızda ayağa kalktı.
Yenilmez denilen yenildi, yıkılmaz denilen yıkıldı, değişmez denilen değişti, olmaz denilen oldu.
İnsanlık kendi kaderini kendi eline alabileceğini işçi sınıfını iktidara taşıyarak gösterdi.
Ekim Devrimi insanlığın ileri tüm birikimlerinin temsilcisi ve doğduğu zemin oldu.
Yendi, yıktı, değiştirdi…
Yanı başında, emperyalizmin işgali altında olan ülkemizi herkes 40 parçaya bölmeye çalışırken, onlar kasalar dolusu altın ve silah yardımını hiçbir çıkar gözetmeden, yoldaşça ve kardeşçe ulaştırdı.
Üstelik sihirli bir değnekle, süper kahramanlarla olmadı tüm bunlar. Ayağa kalkan örgütlenen emekçiler, kadınlar ve gençlerdi. Örgütlü bir halkın öncüsüyle buluştuğunda tarihin akışını nasıl değiştirebildiğini gördük.
Şimdi o günlerin üzerinden 100 yıldan uzun bir süre geçti.
Geldiğimiz noktada o büyük devrimin doğduğu ve yayıldığı coğrafyalarda da, işgale karşı ayağa kalkan, saltanata son verip cumhuriyeti kuran ülkemizde de büyük bir yıkıma tanıklık ediyoruz.
Tüm bu yıkımın içinden yine aynı sesler yükseliyor: “Teslim olun, boyun eğin, bu düzen değişmez, değiştiremezsiniz…”
Karar vermek zorundayız.
Ya bize sürekli vaaz edilen o masala, bu düzenin değişmeyeceğine ikna olup boyun eğeceğiz ya da bebeklere, çocuklara, kadınlara, işçilere, halklara kan kusturan bir avuç asalağın düzenine son vereceğiz.
Büyük bir cüret ve iddiayla çıkmamız gerekiyor karşılarına.
Yeneceğiz, yıkacağız ve değiştireceğiz!
İnsanlığı ayağa kaldırmanın, yok oluşu engellemenin tek yolu budur.
Buna inanmayan ve kurtuluş için gözlerini ABD seçimlerine diken, Yeni Osmanlı hayalleri üzerinden ‘kardeşlik’ hikâyeleri anlatan, normalleşme diye yanıp tutuşan, patronların ve tarikatların düzenini sorgulamayı aklına dahi getiremeyen ve NATO’nun emir erliğinden ötesine gidemeyenler başka, biz başka bir dünyanın özlemi içindeyiz.
Ve inanıyoruz, başaracağız.
Güzel ülkemizi bu karanlık düzenden kurtararak başlayacağız işe. Olmaz denilen olacak, tıpkı Ekim günlerindeki gibi...