Türkiye’nin Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de ve genel olarak dış politikada getirildiği iflas noktasına dair tek kelime edilmiyor.

'Yedi düvele karşı savaş': Dışarıdaki krizi içerideki krizin üstüne örtmek

İktidar partisinin emperyal hevesler adına dış politikada el yükselttiği her meselede ve izlediği neo-Abdülhamitçi sözde denge siyasetinde dikişler tam anlamıyla ve üstelik eş zamanlı olarak patlamış durumda. 

Suriye’den ve İdlib’den başlayalım. İdlib’deki gözlem noktalarından Suriye ordusunun kuşatması altında kalanların teker teker boşaltılmaya başlandığına dair haberleri geçtiğimiz hafta okumuştuk. Rusya bir süredir bu noktalara ikmal yapılmasında zorluk çıkartıyor, bir an önce boşaltılması için Türkiye’yi sıkıştırıyordu. Suriye devleti de, hem sivil halk protestolarıyla hem de birtakım askeri manevralarla bu noktalar üzerindeki basıncı artırıyordu. 

Nihayetinde İdlib’in kuzeyine doğru bir çekilme başlamış durumda ve TSK’nın burada konuşlandırılacağını, pazarlıkların da İdlib’in kuzeyi üzerinden yapılacağını görebiliyoruz. Ancak dün Rusya’nın Türkiye-Suriye sınırında Feylak el Şam adlı Türkiye’ye yakın cihatçı örgütlerden birini onlarcasını öldürecek şekilde vurmasını bu pazarlıkların hiç de kolay geçmeyeceğinin bir işareti olarak değerlendirmemiz gerekiyor. Suriye’nin de ilerleyen zamanlarda İdlib’de yeni bir askeri operasyon başlatması bu bağlamda hiç de şaşırtıcı olmayacak. 

Üstelik anlaşılan o ki, birkaç gün önce balistik füzelerle Cerablus’u vurmasının ardından bu sefer de sınırdaki cihatçıları vuran Rusya, Türkiye’ye sadece İdlib mesajı vermiyor. Bu mesajın bir boyutunda Karabağ’daki Azerbaycan-Ermenistan savaşında Türkiye’nin oynadığı rol ve bu savaş üzerinden bölgedeki etkinliğini artırma çabası, diğer boyutunda ise Libya’daki karşı karşıya geliş bulunuyor. Üstelik Rusya her ikisinde de yeni-Osmanlıcı Türk dış politikasının ABD ile gizliden iş tutmaya çalıştığını görüyor.

Suriye’de durum buyken ve İdlib macerasında yeni bir perde açılıyorken, yeni-Osmanlıcı dış politika Libya’da da büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. İç savaşın taraflarının Cenevre’deki görüşmeler sonrası ateşkes için bir uzlaşmaya varmış olmalarından memnuniyet duymayan tek bir ülke var, o da Türkiye. Zaten Erdoğan da ateşkesle ilgili olarak “çok uzun süreceğini sanmıyorum” diyerek tavrını ortaya koymuş durumda.  

Yeni-Osmanlıcı dış politika Libya’da bütün yatırımını İhvan üzerine yapmışken ve bunun üzerinden de Mısır’la, Rusya’yla, Fransa’yla ve Körfez ülkeleriyle karşı karşıya gelmişken, şimdi Mısır’ın ve Rusya’nın öncülüğünde kurulan bir masa söz konusu ve bu masada Türkiye bulunmuyor.     

Anlaşma, yabancı güçlerin ülkeyi üç ay içerisinde terk etmesini öngörüyor ve bu nedenle de masadan dışlanmanın varacağı yerin sahadan da dışlanma olma ihtimali hayli yüksek. Üstelik Libya petrolleri için el ovuşturulurken, artık onun da hayalden öteye gitmeyeceği, Fransa ve Rusya’nın ortak girişimlerine bakarak anlaşılabiliyor. 

Yeni-Osmanlıcılık için ateşkes anlaşmasından doğabilecek başka bir sorun ise “Mavi Vatan” söylemi üzerinden Libya’daki Sarrac hükümetiyle imzalanan Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması’nın boşa düşme ihtimali. Yani yeniden merkezi bir hükümet kurulmasına doğru gidilen süreçte bu yeni hükümet tarafından bu anlaşmanın geçersiz olduğu yönünde bir açıklama gelebilir ki, Doğu Akdeniz’de zaten kendini yapayalnız bıraktırmış olan Türkiye’yi bütünüyle boşa düşürebilecek böyle bir gelişme hiç şaşırtıcı olmaz. 

Hem Suriye’de hem Libya’da, Rusya’ya karşı ABD’ye sürekli gizlice “gel gel” yapılmasına rağmen, ABD’den bu çağrıya karşılık da bir türlü gelmiyor. Gelme ihtimali de pek mümkün görünmüyor, çünkü ABD hem seçimler nedeniyle kendi iç siyasetine gömülmüş durumda hem de S-400’lerin test edilmesini kendi savunma konseptine bütünüyle aykırı buluyor. Dolayısıyla aynı anda hem S-400’leri test edip hem de Rusya’ya karşı ABD’ye yeniden partnerlik önermenin, hele hele bir de “hadi uygulayabiliyorsanız uygulayın yaptırımları” diye efeleniyorken, herhangi bir karşılığı bulunmuyor.

Bir yandan bunlar olurken, öte yandan ise Avrupa ile İslamcılık üzerinden yeni bir kavgaya tutuşuluyor ve üstelik bu sefer sadece Fransa değil, cami baskını meselesi üzerinden, Erdoğan’ı her daim kollayıp gözetmiş olan Merkel’in Almanya’sı da hedef alınıyor, her iki ülke de faşistlikle suçlanıyor. Öyle ki bizzat Erdoğan’ın ağzından Fransız ürünlerinin boykot edilmesi çağrısı yapılabiliyor, köprüleri atma riski göze alınabiliyor. Böylece Macron Fransa’sı ile bir süredir çeşitli başlıklarda devam eden kavga, neredeyse tüm Avrupa’yı karşıya alacak biçimde yeni bir boyuta taşınıyor.

Durum buyken ve “Avrupa’ya karşı İslam dünyasının lider ülkesi” imajına, hilafet sevdasına oynanıyorken “İslam dünyası”nda ve Arap coğrafyasında neler oluyor peki? Yeni-Osmanlıcılık, Arapların Osmanlı’ya dair hafızasını tazeliyor ve yükselen Arap milliyetçiliği ve İhvan karşıtlığıyla birlikte başta Suudi Arabistan olmak üzere Türk mallarına yönelik bir boykot dalgasının başladığına tanıklık ediliyor. Fransa’dan resmi olarak bir boykot çağrısı gelmemesine rağmen “onların yaptığı gibi biz de onları boykot edelim” denirken, Suudi Arabistan’ın öncülüğündeki gerçek boykota karşı ise şu ana kadar tek bir kelime dahi edilemiyor.

Büyük kumar 

“Normal” şartlarda ya da “normal” bir ülkede, dış politikada böylesi bir sıkışmışlık söz konusuyken ve bu tabloya bir de içerideki ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk, hayat pahalılığı eklenmişken, iktidardaki partinin birtakım geri adımlar atması, muhalefetin de el yükseltmesi gerekir öyle değil mi? 

Evet aslında öyle olması gerekir ama bizde öyle olmuyor. Rejim inşa eden bir parti olarak AKP ve rejimin tepesindeki Erdoğan, “durursak düşeriz” mantığıyla hareket ediyor ve ömrünü uzatmak için dış politikayı iç politikaya tahvil etmeye, toplumun ve siyasetin üzerine de milliyetçiliği ve İslamcılığı boca etmeye, elbette ki muhalefetin büyük katkısıyla, devam ediyor. 

Bu çok büyük bir kumar ve iktidarın altını oyma potansiyeli de hayli yüksek ama iktidar adeta bütün bir dünya aynı anda üzerine gelsin, bütün sorun başlıklarında kriz derinleşerek çatışmalı bir ortama evrilsin istiyor, çünkü içinde bulunduğu durum bu riski almasını gerektiriyor. 

Dış politikadaki bütün başlıklarda dikişlerin patlamasının iktidar tarafından sırf iç politika için bilinçli bir şekilde organize edildiğine dair bir komplo teorisinden bahsetmiyorum elbette. Ama dış politikadaki krizin, iktidar tarafından içerideki krizin üzerini örtmek için bir fırsat olarak görüldüğü rahatlıkla anlaşılabiliyor. 

Dışarıdaki kriz hamaset marifetiyle, milliyetçilik marifetiyle, dincilik marifetiyle, içerideki krizin üzerine örtülebiliyor. Örnek mi? Dolar’ın sekiz lirayı, Euro’nun dokuz buçuk lirayı geçtiği, yani insanların alım gücünün sıfırlandığı böylesi bir ortamda “Fransız mallarına boykot” müsameresi sergilenebiliyor, halkla dalga geçilebiliyor.  

“Yedi düvele karşı savaş” iddiası hem ekonomik krizinin nedenini “ekonomimize saldırıyorlar” söyleminde somutlaşan bir şekilde dış güçlere bağlamaya yarıyor, hem de başta ekonomi olmak üzere ülkenin gerçek sorunlarını konuşmayı engelliyor. 

İktidar milliyetçilik ve dinselleşme rüzgârları üzerinden yelkenlerini doldurmaya çalışırken, en ufak bir aykırı ses bile “vatana ihanet, bölücülük, devlet düşmanlığı” vb. sözlerle boğuluyor, duyulmaz hale getiriliyor.

“Yedi düvele karşı savaş verilen”, ülkenin bekasının, yani varlığının tehdit altında olduğunun iddia edildiği bir yerde, kimse, üstelik siyaset seçim fetişizmiyle yüklü olduğu halde, seçimleri, seçimlerin nasıl yapılacağını ya da yapılmayacağını konuşamıyor. Bu da iktidara en uygun zamanda seçime gitme ile hiç seçime gitmeme gibi son derece geniş bir alanda hareket edebilme imkânı veriyor.

İktidarın dış politikadaki her sorunu içeriye tahvil etme ve ülkenin bekası ile kendi bekasını eşitleme, oyunu buradan kurma stratejisine karşı muhalefet ne yapıyor peki? 

Ne yaptıklarını biliyoruz. Dış politikanın siyaset üstü olduğu yalanına sığınarak ve “milli çıkarlar” adı altında iktidara kuyruk olunuyor, anında hizaya geçiliyor. Türkiye’nin Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de ve genel olarak dış politikada getirildiği iflas noktasına dair tek kelime edilmiyor. “Milli çıkarlar” adı altında Türkiye’nin maceradan maceraya atılmasına, uçurumun eşiğine getirilmiş olmasına ciddi bir itiraz getirilmiyor, gelinen nokta topluma anlatılmıyor.  

Peki ne yapılıyor? Yapılan şey belli: Akıllı uslu bir şekilde, fetiş haline getirilmiş sandık bekleniyor, mevcut ittifakların hiç değişmeyeceği düşünülüyor, iktidarın kendi içine çökeceğinden, seçimlerin normal şartlarda yapılacağından, seçim sonuçlarının tanınacağından son derece emin bir şekilde gidişatın ve iktidarın kurduğu oyunun izlenmesine devam ediliyor.

İhtiyaç duyduğumuz siyaset 

Oysa Türkiye’nin iktidara “senin bekan Türkiye’nin bekası değildir” diyen bir siyasete, iktidarın “ben gidersem Türkiye’yi götürürüm” meydan okumasına rest çeken bir siyasete, iktidarın “milli çıkar” dediği şeyin kendi çıkarlarından ibaret olduğunu gözler önüne seren bir siyasete, hamasetin, milliyetçiliğin ve dinciliğin kör ettiği gözleri açacak bir siyasete ihtiyacı var. 

Bunu ise artık iflas etmiş olan düzen muhalefeti değil, ancak sol yapabilir, ancak sosyalistler yapabilir, ancak yeni bir düzen, yeni bir cumhuriyet iradesini ortaya koyanlar yapabilir. Eğer bu olmazsa, eğer bu yapılmazsa, dışarıya karşı veriliyormuş gibi yapılan ama aslında içeriye, Türkiye toplumuna karşı açılmış olan bu savaş böyle sürer gider ve kazanan da, mağlup da asla değişmez.