Ama, biliyorsunuz, bu yıllardan bambaşka yıllara çıkmak öyle kendiliğinden olmuyor. Bakmayın siz esen havaya: Esas havayı estirene bakın! Değişimler, sıçramalar ve kopuşlar öyle kendiliğinden olmuyor

Yaşayıp gidiyoruz işte!

İş yok, okul yok, mutluluk yok, huzur yok, gelişkinlik yok ama buhran var, bunaltı var, vasatlık var, çürümüşlük var… Ve hepsinin ortasında yaşayıp gidiyoruz işte. “Armut piş ağzıma düş muhalefeti” ile “dibin dibi iktidarı” arasında…

Ara sıra aklıma yeniden ve yeniden geliyor: Bu kadar büyük bir ülke olmayacaktık! Ama işte, daha büyükleri de var!

Var da Türkiye, Türkiye’nin çelişkileri için fazla büyük bir ülke. Nüfus olarak, potansiyel olarak, iddia olarak. Her yöne gidebilir bu ülke. İçinden “butik” bir Akdeniz ülkesi de çıkar, zamanın eğilip büküldüğü bir Ortadoğu ülkesi de… Ege’de barışın beşiği de olabilir, Balkanlarda mafyanın piri de. Kafkaslara hiç girmiyorum, kartallıkla çiyanlık arasında gidip gelebilir! Ne yazık ki!

Ama, işte, soruyorum kendi kendime: Onca zenginliği bunca yoksunluk içinde barındırmak büyük bir olanak değil de ne ki? Ve onca olanağı bunca çaresizlik içinde seyretmek büyük bir trajedi değilse ne ki?

Başka ülkeler de böyle mi ki? Başka toplumlar? Bu aralar Kolombiya mesela! Oralarda da zamanı yakalamak için telaşlananlar var mı ki? Kesin vardır! Hele şu günlerde…

Zamanı yakalamalıyız ve hatta önüne geçmeliyiz ki değişsin, değişmeyecekmiş gibi geçen günlerimiz. Bir nevi Interstellar mücadelesi bizimkisi! [Ah, Bir Yılbaşı Öyküsü… Ah!]

Ama işte yaşamı da coğrafya ve zaman belirliyor.

Sınırların az çok homojen bir “ortak zihin” yaratıyor olması ne garip? Tamam, tam bir homojenlik de yok ama mesela “sınırlara yakın yaşayanlar” kendilerini nereli hissediyorlar ki? Mesela Edirne’nin bir sınır köyü, ilçesi, mahallesi? Ya da Artvin’in sınırındakiler? Datça’nın ucundaki köylüler? Nereli hissediyorlar ki? Knidoslu mu mesela? Yoksa… Yoksa Borçka’dan, Marmaris’ten ya da Beytüşşebap’tan Ankara’ya doğru gittikçe daha mı homojen oluyor bu ortak zihin?

Sınır kimin sınırı ki? Mesela Edirne’nin hemen ötesinde, sınırı geçince A101 açılabilir mi? Dünyanın bütün BİM’leri sadece bizde mi? Savaşsız, itiş kakış olmadan! İran, Irak sınırındaki bir hane kendini nerede görüyor ki? Oralara neresi yakın ki? Hem de böylesi bir zamanda? Sınırın sınıfı, dili, dini, siyaseti ve kültürü bu kadar açık bölebilmesi ve ayırabilmesi nasıl da bir güç!

En çok Polonya’ya benzetiyorum Türkiye’yi. Gerçi son 20 yılda sırtını Almanya’ya dayayarak başka bir yere doğru sürüklendi Polonya ama köklü gericiliğin ve kayıp hissine dayalı romantizmin bu kadar içiçe olduğu başka bir benzer ülke var mı ki şu dünyada? İran? Arjantin?

Belki, ama İran sanki daha doğulu. Sanki! Arjantin ise Latin! Gerçi şu güzelim tango bir bizde özgün sesini bulmuş bir de kendi anavatanında! Ne garip! Tutkulu ve tutkuyla.

Biz de tutkulu muyuz? Devrime, değişime?

Hem “biz” kimiz ki? Hatta “biz” var mıyız?
“Biz”…

Nasıl da bir aldatmaca…! Ve nasıl da bir olanak!

Ve coğrafya: Biz neredeyiz? Doğu? Batı?

Batı… Git git bitmeyen bir yön gibi.
Ardından koştukça uzaklaşan, yakınlaştıkça insanı alçaltan! Doğu ise… Hiç galip gelmeyecek bir arayış gibi. Beyhude!

Haydi be!
Coğrafya kaderse zaman olanaktır! Zaman hapishaneyse coğrafya hürriyettir!

Hem zaten öyle tek boyutlu olmamış yaşam, değişim! Tarih boyunca. Son sözü hep sınıf mücadelesi söylemiş. Öyle olmuş. Şimdi de öyle olmakta. Yaşanan anın dinamiklerini görmek zor olsa da! Gerilim sınıf mücadelesinin gerilimi. Türkiye içindeki de, batı ve doğu arasındaki de, gelişkin olan ile çürümekte olan arasındaki de. Hepsi.  

Dünya, Türkiye bu gerilimi daha ne kadar taşıyacak, göreceğiz. Ama muhtemelen önümüzdeki 10 yıl içinde büyük altüst oluşlara tanık olacağız. Belki de merkezinde olacağız bu değişimlerin. Aktörü, faili, öznesi olacağız. Ama eskiden, geçmişten bildiğimiz şeyler gibi olmayacak olacak olanlar. İçinden geçtiğimiz bu salgın gibi mesela. Bambaşka olacak!

Evet, bir yandan çok benzer: İşte veba gibi, İspanyol gribi gibi… Ama bir yandan da bambaşka bir şey. Modern zamanların izini, damgasını taşıyor günler, önlemler ve olup bitenler. Hindistan mesela. Evet, o tutuşturulan bedenler binyılların yabancılaşması, kültürü içinden çıkıp gelmiş ama böylesi daha önce hiç görülmemiş. Tutuşmuş binlerce beden! Tutuşmuş bedenlerimiz ve o bedenlere yetişemeyen görevliler.

Ve hemen yanında Kerala. Milyonlarca örgütlü insanın ışıltısı. Yoksul, mağrur ve inanmış. Ellerinde bayraklarla! İkisi de aynı coğrafya! Aynı zaman!

Daha önce hiç görülmemiş zamanlara doğru yürüyoruz. Çürümenin ve çaresizliğin içinden başka bir yere geçeceğiz belki de.

80’leri, sadece 80’leri yaşamayanların sevebilmesi gibi bugünleri, şu son 10 yılı da bu yılları hiç yaşamamış olanlar sevecek belki de. Belki de 1940’lar gibi sahipsiz kalacak bu yıllar. Seveni, özleyeni, nostaljisine kapılanı olmayacak. Şiirimizde 2. Garipler dönemi olarak kalacak belki de bu yıllarda yazılanlar. Garip ve gariban!

Umarım.

Yani bu yıllardan bambaşka yıllara çıkarız… Çıkalım!

Ama, biliyorsunuz, bu yıllardan bambaşka yıllara çıkmak öyle kendiliğinden olmuyor. Bakmayın siz esen havaya: Esas, havayı estirene bakın! Değişimler, sıçramalar ve kopuşlar öyle kendiliğinden olmuyor, hiç olmamış. [Ah, keşke olsa. Kim istemez gökten zembille inen devrimi ya da topraktan fışkıran değişimi! Değil mi! Ah, bizi gidi kolaycılar! Üzgünüm ama hiç olmamış.] Ne bizde ne de başka bir yerde.

Tamam, daha bereketli topraklar, zamanlar, sokaklar, caddeler olmuş ama onlar da öyle emeksiz, mücadelesiz, örgütsüz olmamış. Manuel Tiago düşüyor aklıma, hep böyle zamanlarda. Bisikletiyle kasabalardan kasabalara yetişen Vaz geliyor aklıma. Zamana yetişmek için pedala basanlar! Yarını bugüne çekenler! Yarın bizimdir diyenler!

Ve bugün! Yaşayıp gidiyoruz işte, değil mi!

“Bugün” için yazının başında “iş yok, okul yok, mutluluk yok, huzur yok, gelişkinlik yok ama buhran var, bunaltı var, vasatlık var, çürümüşlük var” demiştim.

Demiştim de bir de hepsinin karşısında çare var.

Hasretimiz.

Bir çöl nasıl hasret kalırsa bir damla yağmura, işte öyle… Hasretimiz.

Not: Bu yazı için… Matthieu Saglio - El Camino de los Vientos [Rüzgarın Bildiği]