Devletlerin ve hukukun bir 'orman rejimi' oluşturması ve bu rejimin korunması için devrede olması da halkın emek ve mücadelesinin yansıması.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...

Orman yangınlarının ormanların fıtratında olduğunu dayatarak yangınların söndürülmesindeki zorluk ve gecikmelerin de bu fıtrata bağlanması, koruyamadıklarının değil korumadıklarının, yapamadıklarının değil yapmadıklarının dayanağı. 

Afetler ve toplum sağlığı yönünden, canlıların yaşamı ve doğanın sürdürülebilirliği yönünden geçerli olduğu açık olan temel şu ki felaketler doğanın değil, kimi insanların ve sınıflarının çıkarları için doğaya, yeraltı ve yerüstü kaynaklara, iklime, canlılara, insana ve toplumsal yaşama el atmasından ortaya çıkıyor. Biz, üretim araçlarını ve ilişkilerini elinde tutan, üretim süreçlerini kontrol eden, emek gücü dahil her şeyi metalaştıran bu insanlara sermaye sınıfı diyoruz, sömürücüler diyoruz.

Ormanlar, sınıflı toplumsal yaşama geçilmesiyle birlikte sömürenlerin her türlü çıkarı ve kârı için yaşatarak ya da yok ederek mülkiyet konusu olan; eş zamanlı olarak da sömürülen halkın uygarlık tarihine büyük harflerle kazıdığı toplumsallığın, maddi gerçeğin konusu olan alanlar. 

Nasıl hak ve özgürlükler emekçi halkın mücadeleleriyle kazanıldıysa, genel olarak doğa, onun içinde de doğal ya da insan eliyle oluşan/oluşturulan ormanlar da halkın emeğiyle, mücadelesiyle kazanılıyor; korumasıyla ve genişletilmesiyle sürdürülebiliyor.

Devletlerin ve hukukun bir “orman rejimi” oluşturması ve bu rejimin korunması için devrede olması da halkın emek ve mücadelesinin yansıması. Devletler ve hukuk ormanları koruma ve geliştirme için yaratıcı olmamış, bu alandaki ilişkilerin yansıtıcısı olmak zorunda kalmıştır. 

Türkiye’de 1924 Anayasasının 1937 değişikliğiyle başlayan 1961 Anayasasıyla geliştirilen ve 1982 Anayasasıyla da benimsenen ormanları devlet ve hukukla koruma süreci de yukarıdaki genel sürecin yansıması. Bu koruma, ormanların kimsenin özel mülkü olamayacağı, zamanaşımıyla dahi olsa mülkiyetinin devrolunamayacağıyla birlikte gerçek toplumsal mülkiyetin ve toplumsal yararın önemli örneklerindendir.

Ancak önce sermaye iktidarının siyasal iktidarları olan hükümetlerin, sonra da  (yasamasıyla ve yargısıyla) devletin eylemli olarak ya da denetimsizlikle, ihlal ve ihmallerle, Anayasa tanımazlıkla ormanların koruyuculuğundan çekilmesiyle orman katliamları başlıyor.  

Ormanlar bugüne Anayasanın üstün ve bağlayıcı koruma hükmü yerine, yasalarla, yönetmeliklerle, bunlara sık sık yapılan müdahalelerle ve de devletçe yürütülen politika ve uygulamalar sonucu geldi. Toprak mülkiyetindeki “sömürme ayrıcalığı”na yeraltı ve yerüstü kaynaklar, su ve hava eklenerek sömürenlerin doymak bilmezliği canlı ve doğa katliamına dönüştü. 

Bu sömürü ve vahşet yalnızca devletle ve hukukla anlatılacak bir durum değil. Kapitalistlerin amacı, gerçek anlamda toplumsallığın ve toplumsal yararın konusu olan ormanlarda kapitalist ilişkiyi kurmak. Özellikle 12 Eylül darbesinden sonra başlayan bu emelde AKP, koru(ya)mayarak, el atmayı ve yakmayı önle(ye)meyerek, yangınları söndür(e)meyerek zirveye oturdu.

AKP’nin yeni anayasa emelleri ve çalışmaları içinde, kapitalist düzenin ürünü olan fiili durumu ormanlar yönünde de anayasallaştırma özel bir yer tutacak gözüküyor. 

“Yararı topluma ait olan malların devletin hüküm ve tasarrufu altında tutulması” mı? Burjuvazinin devleti mi yapacak bunu?

Geçiniz, kuzuyu kurda emanet ederek kurtarmak olası mı?

Yurtsever hukukçular tam da bu ilişkileri ve düzeni analiz ederek, “hukukun siyasetle olan doğrudan ilişkisi”ni vurgulayarak yola çıktı (https://haber.sol.org.tr/haber/yurtsever-hukukcular-yola-cikti-310899). Çıkış bildirisinde söylendiği gibi, “Bağımsız ve tarafsız yargı güzellemelerinin, hukukun üstünlüğü mitinin ötesinde hukukun kapitalist sistemdeki işlevi(ni) görmek” istemeyenler, “hukuk alanının yargı, savunma ve üniversiteler dâhil olmak üzere her ayağıyla nasıl da siyasi gündemin tam ortasına bastığı”nı da görmezlikten geliyor. Bu teslimiyet tüm devletin ve hukuk alanının siyasi iktidar ve sermaye sınıfı tarafından çepeçevre kuşatılmış olmasını da kapsıyor.

Yangın mağduru yurttaşların hakları konusunda bildiriler yayımlayan Yurtsever Hukukçular, Anayasayla koruma altına alınan ormanların, Anayasaya karşın hukukla ve de kuralsızlıkla nasıl katledildiğini, bu ve benzeri sömürü yollarıyla nasıl mücadele edileceğini de çalışma alanına alacak. 

Klasikleşen Tuncel Kurtiz sözlerine benzetirsek: Yaşamak için mesele yalnızca bir ağaç gibi tek ve hür olmak değil evlat, mesele bir orman kardeşliği, yoldaşlığı içinde halkla birlikte özgürlük…

Yaşamak için mesele sömürenlerin dayattığı dünyayı, ilişkileri ve koşulları kabullenip onlarla uyum ve uzlaşma içinde sömürülmek değil, mesele sınıfsız ve sömürüsüz dünya için mücadele, örgütlü mücadele…   

Ekonomik, sosyal ve iklimsel krizlerden, depremlerden, sellerden, salgından sonra orman yangınları bir kez daha gösterdi ki ayağa kalkmak ve kurtulmak için artık bu düzenden ve düzen içi muhalefetten umut beklemenin yararı olmadığı gibi düzen içinde eriyip kaybolma yönünden zararı var. 

Yeni bir düzen için örgütlenip harekete geçmekten başka çare yok.

Komünist şairimizin çağrısını güncelleyerek yineleyelim:

Kapansın -tüm afet, yangın ve sömürü- kapıları, bir daha açılmasın, yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim...