"Bir düğün fotoğrafında, bir sütunun iki yanındaki yengemin, tekrarı imkânsız anısı, tapu senetlerinin üzerinde bir sahiplik belgesidir Rexx için."
Dayımın elinde bir fotoğraf var. Babamla yan yana oturmuşlar üçlü koltuğa, önlerindeki sehpada düğün fotoğrafları yığılı. Dayım, elindekini hafif çevirip bir noktayı parmağıyla gösteriyor, yakın gözlüğünü takıp o yöne kaykılarak bakan babama soruyor. “Sabri Bey, bu görünen kim?”
Şimdi herkesin cebinde dijital makineler, akıllı telefonlar varken, artık kalmamıştır muhtemelen, düğün fotoğrafçıları vardı zamanında. Kocaman flaşlı makineleriyle gezer, bazen bir araya toplayıp poz verdirerek, bazen habersizce, düğün katılımcılarını kaydederdi. Filmi aceleyle banyo edip, karta basar, daha tam kurumadan salonun amblemini taşıyan karton kılıflara koyar, hatta zımbalar, fotoğraftakiler kalkmadan yetiştirir, bahşişli ücreti mukabili “masanın ağırı”na ya da “karenin yamulmuşu”na uzatırdı. Kaç kişi varsa fotoğrafta, genellikle o kadar sipariş alıp çoğaltmaya koşardı. “İstemez, biz kendi fotoğrafımızı çekiyoruz, Almanya’dan makine getirdik” filan demek, düğün adabına, racona uymaz, hatta hırgüre yol açardı…
Masadaki kraliyet ailesi edalı duruşlar, danslardaki mütereddit sarışmalar, tebriklerdeki anlamlı öpücükler, halaylarda kahkahalı dokunuşlar, mutlaka mevcut “coşturucu”ların göbecikleri, “sizi gidi”ye yakalanan masum bakışmalarla, yıllarca bir araya gelemeyen akrabalar, arkadaşlar, dostlar toplanmıştır ve o artık hayatımızdan silinen “aile fotoğrafı”nın kadrajında birer suret olup kütüğe geçmiştir.
“Sabri Bey bu görünen kim?” Kalın bir sütunun arkasında kalanlar da çıkmış, öndeki grubun fotoğrafı çekilirken. Sütunun sol tarafında parmak ve sorulan “kısım”. “Bizim Fatma, Murat Bey.” Parmak sütunun sağ tarafına kayıyor. “Peki, bu?” Babam gülümsüyor. “O da Fatma.” Dayım, inanamıyor. “Yani bu, bunun devamı mı?” Elbiseye baksana dayı, desen tuttuğuna göre, niye zorluyorsun?
Biraz kiloluydu Fatma Yengem, ne var, düğün salonunun da bulunduğu binayı taşıyan sütuna sığmamış, iki yanına da taşmıştı. Sanki Ömer Amcam, tığ mıydı? Ne çok severdim yengemin kafa dengi anaçlığını, ama aynı zamanda o olağanüstü renkteki kocaman gözleriyle, sert baktığında olduğumuz yere çakışını… Neyse, İstanbul’a her ziyarete geldiklerinde yaşanan, vapur turnikesinden geçiş, otobüse biniş anılarımızla uzatmayayım.
Yengemi örtemeyen kalın sütunların olduğu düğün salonu, içinde kocaman sineması, kafeleri olan yapının, kırmızı halı kaplı havalı basamaklarla inilen alt katındaydı. Fotoğraflarına bakılan düğün, küçük ablamındı. Kısa süre önce de büyük ablamın fotoğraflarına bakmıştık.
Dayımla babam bir başka fotoğrafa geçerken, kapattılar eldekini. Karton kapakta, Reks Düğün Salonu yazıyordu… Sehpadaki yığının her birinde...
Şimdiki adıyla Rexx Sineması, o salon filan yok edilecekmiş şimdi. Bunu duyduğumda, oranın sık uğrağımız olduğu zamanların sinema anıları, “Artist”, “Zümküfül” sandviçleri değil de, artık aramızda olmayan Fatma Yenge’min anısı niye geldi? Kadıköylüler, tarihlerine, kültürel değerlerine yönelik paragöz vandallığın saldırısını durdurma eyleminde “Tapusu bizde değil ama Rexx bizim” demişler ya, sanki o düğün fotoğrafı, o sütunun iki yanındaki yengemin tekrarı imkânsız anısıyla, bütün tapu senetlerinin üzerinde bir sahiplik belgesidir demek istedim belki de.
Rexx, Fatma Yenge’mde somutlandı. Beyoğlu Emek, tartaklanan eleştirmenlerle belleğimde. Hele Ankara Akün, Şinasi sahneleri öyle yakmıştı ki canımı, çünkü o, güzel ustam, Yılmaz Onay’da somutlanmıştı. Ömrünü yeni bir dünya mücadelesine adamış, çınar yaşında bir adam, demişti ki kapatma kararına karşı, “o sahnelerde ömrüm geçti, hakkımı helal etmem!” Hakkımı helal etmem! O sahnenin kılına dokunursanız... Etmem! Bir ananın evladına söyleyeceği en ağır sözü sarf ediyordu tertemiz ustam. Biliyordu duyulmayacağını, biliyordu titreteceği hiçbir tel yoktu karşısındakilerde. Haram ediyordu emeğini naçar… Hâlâ genzim yanar aklıma geldikçe.
Bunlar, perdeye yansıyan pelikül karelerinden en küçük haz alamamışlardır. Küçükken, projeksiyondan uzanan huzmede uçuşan partiküllerden, şekiller, oyunlar icat etmemişlerdir. Genç olup da bitişik koltukların ortak kolçağında temastan kopan fırtına uğramamıştır semtlerine. Ne salon adabı sessizliğine sığınıp, bir saçın ıtırını çekmişlerdir içlerine, ne kulaklarında nemli bir fısıltıyla içleri ürpermiştir. Büfe önünde, gişe kuyruğunda bakışmamış, teşrifatçıya hava basmamışlardır. İnsan olmamışlardır bunlar.
* * *
Özür dilerim. Biraz şakalı biraz edebiyat dozlu bir pazar yazısıyla, Rexx’in yok edilişine karşı gelişecekti bu başlangıç. Ama tam burada, “Yenidoğan Çetesi” haberi çalındı kulağıma fonda açık kanaldan. Dönüp baktım, dinledim. Yazıya bu planlı minvalde devam edemedim. “Gösteri sürmeli” bize göre değildir bazen. Ne mutlu bize ki, görmediğimiz, hesaba katmadığımız pek bir şey kalmamışsa da, şaşırma, inanamama, bu kadar da olmaz’lanma, irkilme, korkma, isyan gibi duygularımızı ve reflekslerimizi koruyoruz. Kanıksamanın, normalleştirmenin soğukkanlılığı bizden ırak olsun. İnsan kalalım… Günlüğü sekiz bin liraya, bebek canı. Yazamam ki keyfimce.
Sağlıkta özelleştirmelerin, hastaları müşterileştirmenin, sağlık patronlarını palazlandırmanın, kamusal sağlık kurumlarını yerle yeksan etmenin, sadece kâr etmeyi, para kazanmayı gözetmenin, insan hayatını mezata sürmenin doğurduğu bir vahşetin yeni görünümü var karşımızda. Üç-beş canavarla sınırlanamayacak, kanlı, irinli bir çark, dönüyor, kirletiyor, çürütüyor, cüruf saçıyor ortalığa.
Şaşırmayı, dehşete kapılmayı kaybetmediğim için özür dilemiyorum. Haftaya yazarız Rexx’i…
Cüruf konusunda, bu akıl almaz kötülük konusunda… Tabii sistem aslolandır da, gene de bu mahlûkların ortalığı sarmışlığı, sizi insan malzememiz konusunda karamsarlığa itiyorsa…. Bunların her sosyal katmanda farklı çaplarda mevcutluğuyla, umutsuzluğa kapılıyorsanız… Bunların tam zıddında yükselen, aydınlık yüzlü, umut veren, iç ferahlatan ve yarınlar için güven aşılayan insan örnekleri size yetersiz, zayıf geliyorsa….
Anlıyorum, ama, değişecektir bu tablo, inanın… İnsan tükenmez, kötülük yenilecek… Naçizane tavsiyem, üzerinde çalıştığım bir tezin terimiyle, Orhan Kemal’in “merhametsiz gerçekçilik”le resmettiği insanlarının öykülerini alın elinize böyle durumlarda. Balçıktaki cevherin romanlarını….
Ve iyiliğe örgütlenin, iyiliği örgütleyin, insanı yoğurun terle, emekle, çocukları koruyun, biz kazanalım….
Haftaya….