Bu cendereye yol açan sınıfsal ve siyasal bilanço, ekonominin büyük onarımının çok güç olacağına; devrimci yöntemleri gerektireceğine; ancak halk iktidarları tarafından üstlenileceğine işaret ediyor. 

Yakın geçmişten bugüne kısa bir bilanço

Türkiye ekonomisinin son beş yıldaki çalkantılı seyri, geçmişe uzanan bir bilançoya imkân veriyor.  

Sorunları sıralayarak başlayalım. 

Ekonominin durgunlaşma eğilimi

Orta dönemli sorunların sıralanmasında ekonominin durgunlaşması öne çıkıyor. Önce “durum tespiti” yapalım. 

IMF, ülkelerin potansiyel büyüme hızlarını, üretim fonksiyonuna dayalı bir model ile öngörüyor. Modelin yapısı kuramsal eleştiriye açıktır; ama bu öngörüler ciddiye alınır. 

IMF’nin Haziran 2021 tarihli Türkiye raporu ülkemize ait öngörüleri güncelleştirildi. Millî gelirin (GSYH’nin)  2021 büyüme tahmini yüzde 5,8’e; 2022-2026 yıllarının büyüme eğilimi (“potansiyel büyüme hızı”) ise yüzde 3,3’e indirildi.

2016-2020’nin gerçekleşen Türkiye GSYH verilerini IMF’nin 2021-2026 öngörüleriyle birleştirin: Bu on yıl için ortalama büyüme oranı yüzde 3,2’dir.  Bu sayıyı AKP iktidarının “Lale Devri” olan ilk beş yılı (2003-2007) veya ilk on üç yılı (2003 -2015) ile karşılaştırın. Büyüme eğilimi zaman içinde düşmektedir: %7,3 → %4,4 → %3,2… 

2022-2024’ü kapsayan Orta Vadeli Program (OVP) ise geleceğe “pembe gözlükler” ile bakıyor. Sorunları peşinen yok eden varsayımlar sayesinde… 

OVP, önce 2022 sonrası için %5,5’lik bir büyüme öngörüsü yapıyor. Niçin %5,5?  Yüzde 5’i aşan bir büyüme hızı sağlanmadan bugünkü işsizlik oranları düşmeyeceği için… Bu öngörü sayesinde önümüzdeki üç yılın işsizlik oranlarını da aşağı çekiyor. 

OVP bu kadarıyla yetinmiyor: Yıllık dolar tahminlerini genel enflasyon oranının (“GSYH deflatörü”nün) altına çekiyor. Bu sayede dolarlı GSYH daha da hızlı (%8’in üstünde) büyüyor ve 2023’te kişi başına millî gelir 10.000 dolarlık “orta gelir tuzağını” aşabiliyor.   

Öncekiler gibi bu OVP de ciddiye alınamaz; hayalperest hedefleriyle mizah konusu olabilir.  Somut bulgulara, güvenilir öngörülere göre durum açıktır: Türkiye ekonomisi durgunlaşmaktadır.

Olgunlaşma mı? Erken bunama mı? 

Bu durgunlaşma, ekonominin olgunlaşmasının bir sonucu olamaz mı? 

O zaman ekonomide “olgunlaşma göstergeleri” aranmalıdır. Aranınca da görülecektir ki, Türkiye ekonomisi olgunlaşmadan durgunlaşan, bir anlamda “erken bunayan” özellikler taşımaktadır. 

Çok sayıda meslektaşımızın vurguladığı “erken sanayisizleşme”, bu bozukluğun bir görüntüsüdür. 

Bir diğer gösterge ise, ekonominin azgelişmişliğini yansıtan âtıl emek rezervleridir. TÜİK’in nihayet “keşfettiği”; faal nüfusun dörtte biri üzerinde hesapladığı “âtıl işgücü” eksik bir ölçüttür; en azından istihdamın yüzde 18’ini oluşturup, millî gelirin sadece yüzde 7’sini üreten tarım sektöründeki “emek fazlası”nı içermediği için… 

Bu “azgelişmişlik arızası”, 2018’den itibaren bir hastalıkla da birleşmiştir.  Defalarca açıkladık: İstihdamda azalmayla başlayan; korona salgını içinde artan işsizlik, yoğun yoksullaşma içinde iyice ağırlaşan; genç nüfusta sürdürülemez boyutlara ulaşan bir toplumsal bunalım…

Bu göstergelere dönmek yerine 1 Eylül 2021 tarihli bir gazete haberini aktarmakla yetineyim: “Adıyaman Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü’nde, 6 kişilik erkek temizlik kadrosu açıldı. İŞKUR üzerinden alınacak kadroya 5 günde 3.813 kişi başvurdu. Başvuruda bulunanlar arasında 1.070 kişinin üniversite mezunu olması dikkat çekti.” 

Yüzde 3,2’lik bir büyüme eğilimi azgelişmişlik ile bağdaşır; işsizliği azaltamayacağı da   biliniyor. Eylül 2021’de Adıyaman’daki işsiz gençlerimizin, diplomalı çocuklarımızın yaşadığı toplumsal bunalımı geleceğe taşıyacağı için kabul edilemez. 

Açıkça sormalıyız: Böyle bir toplum ayakta durabilir mi?

Durgunlaşma ve dış bağımlılık

Durgunlaşma niçin kalıcı olsun? İktisat tarihi, azgelişmişliğin bir belirtisi olan âtıl emek rezervlerinin, dinamik bir kalkınma potansiyeli olarak da harekete geçirebildiği zengin örnekler içermektedir. 

Bugünkü Türkiye’de ise durgunlaşmayı geçici olarak aşma çabaları dahi dış engellerle karşılaşmaktadır.  Nitekim 2017 sonrasında AKP iktidarı yarım-yamalak yöntemler (kredi genişlemesi) ile büyüme temposunu yükseltmeyi denedi. Her seferinde cari işlem açığı yükseldi; finans kapital döviz krizlerini tetikledi ve ekonomi yönetimini “hizaya getirdi”.   

Ortaya çıktı ki üretimin ithalata bağımlılığı, kronik dış kaynak gereksinimi, durgunluğu yerleştiren yapısal bir özellik olmuştur. 

AKP de, bizzat katkı yaptığı bir sorunla karşılaşmaktaydı. Ama, “ilk günah” başkalarına aittir. 

'İlk günah'ın sorumluları 

Geçen yüzyılın sonunda, tüm Güney (veya “çevre”) coğrafyası, Doğu Asya’da patlak veren bir ekonomik kriz dalgasından geçti. Yüksek dış açıklar içinde krize sürüklenen çok sayıda ülke, IMF’nin çok ağır ve yanlış reçetelerini uygulamak zorunda kaldı.   

Sonrasında bazı ülkeler, ileride benzer koşullara mahkûm olmamak için dış açıkları frenleyecek; yabancı sermaye akımlarını peşinen denetleyecek yöntemler uyguladı. 21’nci yüzyılda yüksekçe büyümeyi dış denge ile birleştiren çevre ekonomilerinin çoğu (örneğin G.Kore, Malezya, Endonezya, Tayland, Filipinler)  Asya’da yer almaktadır. 

Türkiye’de ise koalisyon hükümetleri 1998 sonrasında IMF’nin “döviz kuru hedeflemesine dayalı enflasyonu önleme” programı uygulamakta idi. Bu program 2000 sonunda finansal bir krizi tetikleyecek; kriz yönetimi de IMF’ye devredilecektir. Başbakan Ecevit, programı uygulamak üzere Kemal Derviş’i hükümete alacaktır.

IMF’nin yeni doktrini, krize karşı sert “kemer sıkma” önlemlerine ve enflasyon hedeflemesine dayanıyordu.  2002 seçimine bu önlemlerin tetiklediği toplumsal bunalım ortamında gidildi. Koalisyonun üç ortağı (DSP, MHP, ANAP) ve DYP TBMM’den “tasfiye edildi”. Yeni Meclis, iki muhalif partiden (CHP ve AKP’den) oluştu. 

Kriz sonrasında oluşan ve sözünü ettiğim Asya ülkelerinin kullandığı “ekonomi politikalarında revizyon” fırsatı Türkiye’de de ortaya çıkmıştı. Ekonomi 1998-2002’de sıfır büyüme içeren beş kayıp yıldan geçmişti. Ciddi revizyonu üstlenecek doğal aday Baykal’ın CHP’si idi. Baykal bu seçeneği reddetti; Kemal Derviş’i CHP milletvekili yaptı. İktidar, halk muhalefetini fiilen sahiplenen AKP’ye “ikram edildi”.

Siyaset yelpazesinin “ilk günahı”, bu nedenle AKP’ye değil; krizde IMF programını uygulayan DSP’ye ve seçim kampanyasında bu programı sahiplenen CHP’ye aittir. 

Ne var ki, gerçek sorumluluk siyaset yelpazesinin dışındadır. Türkiye’nin egemen sınıflar bloku, emperyalist sisteme tam teslimiyeti yeğlemiştir. 2002’de Türkiye’nin önüne çıkan kritik bir dönüşüm dönemecini de, fırsat değil, bir tehdit olarak görmekteydi. 

Sözü geçen partiler bu sınıfsal algılamaya sırasıyla uyum gösterdi. 

AKP’nin katkıları

Sonrasını biliyoruz. AKP seçim kampanyasındaki söylemini terk etti; IMF programını ve hedeflerini 2008’e kadar aynen uyguladı; 2015’e kadar da “enflasyon hedeflemesi” ilkelerini sürdürdü. 

Bu program, sıfır büyümeli 1998-2002’nin “baz etkisi” ve canlı uluslararası sermaye hareketleri sayesinde AKP iktidarının Lale Devri’ni yarattı. Aynı zamanda ağır, kronik dış kaynak bağımlılığına da yol açtı. 

AKP’nin bugünkü durgunlaşmaya yol açan ek katkılarını da unutmayalım: Sermaye birikimi oranı yetersizdi. İnşaat ağırlıklı yatırım profili ekonominin dinamizmini kamçılayacak özellikler taşımıyordu. Bunlara eğitim sistemindeki bozulma eklendi; işgücünün ortalama niteliği zaman içinde bozuldu. Sonuç, makro-ekonomik dinamizmin gerilemesi; potansiyel büyüme hızının aşağı çekilmesi oldu. 

Saray, sermaye hareketlerinin yavaşladığı 2015 sonrasına uyum gösteremedi. Neoliberal programı kaçamaklarla aşmaya kalkıştı; parazit sermaye çevrelerine ölçüsüz kaynak aktardı ve halk sınıflarını bugünkü toplumsal bunalıma sürükledi.

***

Durgunlaşma, dış bağımlılık, toplumsal bunalım… Türkiye ekonomisi 2021’de bu üçlü cendere içindedir. 

Adım adım bu cendereye yol açan sınıfsal ve siyasal bilanço, ekonominin büyük onarımının çok güç olacağına; devrimci yöntemleri gerektireceğine; ancak halk iktidarları tarafından üstlenileceğine işaret ediyor.