Tek yolun devrim olduğu az mı haykırıldı bu ülkede! Şimdiyse, o yolun ancak sosyalizmi yakın hedef alırsak kurtuluşa götürebileceğini, hem anlatmanın hem göstermenin zamanıdır.   

Ya sosyalizm ya da…

Sosyalizm olmasa da oluyor; insanlar yaşamaya devam ediyorlar. Kimileri sürünerek, kimileri sürünmekten biraz hallice… Geri kalanlar, pek küçük bir azınlık denemese de azınlıkta kaldıkları besbelli bir toplam ise bizi ilgilendirmiyor zaten. Epeydir, sosyalizm neyim yok, ama herkes yaşayıp gidiyor. Görünür gerçeklik bu yönde. 

Tamam da, sosyalizm olmadığında, pek çok “şey” bir tuhaf oluyor. Tuhaflık şu anlamda: İnsanların kendi emekleriyle yarattıkları ne varsa, hepsi, onlara yabancı, karşı, hatta düşman olarak ortaya çıkıyor.

Neyse, konuya buradan girmeyelim; çünkü, öyle yaparsak, işin filozofik boyutları ağır basar; bassın, ne olur, denebilir de, bu yazıdaki muradımız o değil, ille de gerekli görülürse onu sonraki yazılara bırakmak en iyisi.

Daha önce de birçok kez yazdım. Yaza yaza bıktım, artık yazmaktan vazgeçiyorum, vazgeçsem iyi olur, anlamında söylemiyorum bunu. Tam tersine: Ne kadar yinelense azdır. Kendisine sosyalist diyen, sosyalizmi eninde sonunda ulaşılmadıkça insanlığın kurtuluşa varamayacağı bir hedef olarak gören insanların, bunu şöyle ya da böyle dile getiren, “nasıl kurtuluruz” sorusuyla karşılaştıklarında aynı yanıtı veren insanların sayısı çok da az sayılmaz. Bizim ülkemizde de yeryüzünün tümünde de. 

Buna karşılık, sosyalizmi öyle hemencecik, bugünden yarına ulaşılabilecek bir hedef olarak görmenin yanlış kabul edilmesi, her zaman değilse de, genellikle ağır basan bir eğilim olmuştur. Buradaki “yanlış” sözcüğünün ihanet ya da buna benzer ağırlıktaki sözcüklerle yer değiştirdiğini bile görmüşüzdür. Ben, kendim, “ sosyalist Türkiye” sloganını attığımız için devrimci arkadaşlarımızın neredeyse fiziksel müdahalesiyle karşılaştığımızı hatırlarım. Onları hep sevdiğim için bu kadar serinkanlılıkla, dahası hoşgörüyle anıyorum, o zaman basbayağı ağır sözler de kullandığımız oluyordu. Bunun bir zorbalık olduğunu düşünmemin yanı sıra büyük bir öfke duyduğum da belleğimde kalanlar arasındadır. Bugünse öfkenin o arkadaşlarımıza değil başka yerlere yöneltilmesinin daha doğru olacağı kanısındayım. Sözün gelişi, Ankara’da, Siyasal’daki bir konferans mıydı neydi, orada yapılan ve “teşbihte hata olmaz” deyişini geçersizleştiren benzetmeye yöneltilebilir: Devrimci mücadele bir trene benzer. Hepimiz, işçiler, köylüler, milli burjuvalar, öteki millici güçler, binmiş devrim trenine gidiyoruz. Demokratik devrim istasyonuna gelince ötekiler iniyorlar. Biz devam ediyoruz sosyalist devrim istasyonuna…

Bu kadar karikatürleştirmeyi hak ediyor muydu? Bence ediyordu. Zaten bundan pek farklı değildi.

Ancak, bunu yalnız bizim ülkemizle sınırlı tutmak doğru olmaz; dünyada sosyalizmin en azından bugüne göre “egemen” sayılabileceği dönemde hemen her coğrafyada hedefini şaşırmış öfke örnekleri olmuştur. Yine sözün gelişi diyelim, çok yerinde olan “tek ülkede sosyalizm” sloganının, bir yandan, kapitalist ülkelerdeki sosyalizm mücadelesinin yenilgilerinin, bir yandan, yerleşmiş sosyalist devletin hâlâ irdeleyip geçerli sonuçlara ulaşmak durumunda olduğumuz “dış politika” önceliklerinin etkisiyle yanlış olduğunu düşünenler çıkmıştır. Yalnız o sıralarda değil, çok sonraları da çıkmıştır. Üstelik, bana kalırsa, devrimci açıdan bir sağlık işareti olarak görülebilir bu. Ama, üzerinde durmaya kalkarsam, hem inandırıcı kanıtlarla sergileme becerisini gösteremeyebilirim hem de, zaten, bu köşenin doğal sınırları yeterince güçleştirici olabilir. 

Öyleyse, şuraya dönmek durumundayım. Biraz önce, “sosyalist Türkiye” sloganının yasaklandığından söz ettim. Doğru, bu yasaklama sözcüğü bana da bir yandan abartılı bir yandan çok incitici geliyor. Peki, gençliğimden kalan ve bağışlamakta güçlük çektiğim bir durumu neden gündeme getiriyorum?

Şundandır: Bizim topraklarımızın devrimcileri, nasıl demeli, olması gerektiği gibi, kurulu düzenin egemen sınıflarına karşı çıkarak, onlardan bağımsız olarak ve bağımsız oldukları ölçüde kendilerini var etmişlerdir. Bunu hem geriye dönüp bakıldığında ulaşılabilecek yerinde bir saptama,  hem de kişisel anlamda tanıklık ettiğim bir durum olarak söyleyebiliyorum. 

Yazının başlığında o sözü eksik bıraktım. Doğrusu “Ya sosyalizm ya barbarlık!” olmalıydı. Bu bizim çok eski ve çok benimsediğimiz bir sloganımızdır, biliniyor. Değinip geçtiğim bu sloganı ilk işittiğim sıralarda, “Canım, bu kadar da abartarak anlatmak gerekmez!” diye düşündüğüm olmuştur. Şimdiyse, zamanında az bile söylemiş o devrimci kadın, diyorum!

Sosyalizm olmayacaksa, ne bizde ne dünyada, herhangi bir iyilik olmayacak demektir. Bunu bizim anlamamız o kadar önemli değil; aşağı yukarı hepimiz biliyoruz. İyi de, bu anlamda bilmek, çok da işe yaramıyor. Emekçi halkımızın bunu anlamasını sağlamak yolunda ne kadar hünerimiz varsa göstermek zorundayız. Şu kayıtla: Emekçi halkımız derken onların sadece bize geçmişte ve şimdilerde şu ya da bu ölçüde yakınlaşmış, yakınlaştırmayı becerebildiğimiz  kesimini anlatmak istiyoruz. Yoksa, onları yediden yetmişe inandırmaya kalksak kimin ömrü yetebilir!  

Az önce bir ölçüde hünerimiz olduğundan söz ettik; öyle ya, hiçbir hünerimiz yoksa ya da edinebildiklerimiz yetmiyorsa, niye bu yola çıkmış olalım? Diyelim ki, çıktık; yetersizliğimizi gideremiyorsak, niye boş yere devam edip duruyoruz?

Yüz küsur yıllık sloganımız hâlâ geçerlidir: Sosyalizm yoksa, sömürü, vahşet, baskı hep olacaktır. O upuzun yüz küsur yıl, hele onun son otuz yıllık dilimi bu gerçeği büsbütün çıplak hale getirmiştir. Demek, soru belli: Çoğumuzun üç aşağı beş yukarı yaşadığı, tanıklık ettiği bu gerçeği değiştirmek üzere ne yapmalı? 

Bu soru karşısında çok farklı iki yanıttan birini seçmek gerektiğini görebilmeliyiz: Ya daha zamanı değil, önce başka adımlar, kazanımlar, demokrasi şu bu; ya da öncesi möncesi olmadan, hemen, hiç ertelemeden, inandığımız, öğrendiğimiz, becerebildiğimiz kadarıyla hayatımızı adadığımız sosyalizm…

Ama, ne yazık, sosyalizmin ne olduğunu ondan başka kurtuluşu kalmamış insanların hiç bilmediği yahut pek eksik bildiği zamanlarda yaşıyoruz artık. Öyleyse, sosyalizmi şu ya da bu haklı görünen gerekçeyle dile getirmekten çekinmek şöyle dursun, tam tersine, bütün kötülüklerden kurtulmanın tek yolu olarak her fırsatta gündeme getirmeliyiz. Daha doğrusu, gündemden düşürülmesine hiç fırsat vermemeliyiz.

Geçmişte, devrimci yanlışa saplanmaz, yalan söylemez, korkmaz, yorulmaz falan derdik. Devrimciye olağanüstü, belki de gerçekötesi özellikler yüklerdik. Yeni bir ahlakın öğelerini abartılardan yararlanarak anlatmaktı amaç. Ayrıca, doğruluğu pratikte gösterildi bunların: Bizim kuşağımızdan olanlar, bizden öncekiler, bizden sonrakiler, onların hepsi ülkelerinde emekçi sınıfların iktidar olması, sosyalist bir ülkeyi kurması için mücadele ettiler. Hiçbirinin aklında demokrasi sözcüğünde simgeleşen bir saplantı yoktu başlangıçta; sonradan, aymazlıkla, belki de aymazlık olduğunu bilmeden kendimiz soktuk kendi kafamıza.  

Onlara demokratlık yakıştırmak, bir yandan o yoldaşlarımızın anılarına saygısızlıktır, öte yandan bizim bugün atmamız gereken, atabileceğimiz adımlara engel olma potansiyeli taşır. Öyleyse, onların halkımızın hiç küçümsenmeyecek bir bölümünün belleğine kazınmış görkemli anılarına saygılı bir dayanışma ve birlikte mücadele ruhu, geride kalanların boynunun borcudur. Öyle bir ruhu yaratmak ve canlı tutmak, sadece borcumuzu ödemek için değil, “sabırlı, minik adımlarla” tanımlanmaktan kurtulamayan yürüyüşümüzün silkinmesi için de zorunludur. 

Tek yolun devrim olduğu az mı haykırıldı bu ülkede! Şimdiyse, o yolun ancak sosyalizmi yakın hedef alırsak kurtuluşa götürebileceğini, hem anlatmanın hem göstermenin zamanıdır.