İster halkların, ister “sokaktaki insan”ın diyelim gösterdiği ve yükseltebileceği tepkiler, dizginlerinden boşanmış görünen İsrail saldırganlığını engellemekten uzak görünüyor. En azından şimdilik…
İsrail bir haftayı bile bulmayan kısa sürede üç suikast gerçekleştirerek kanlı bir gösteri sundu: Beyrut’ta Hizbullah’ın askeri şeflerinden biri ile doğduğu yer olan Han Yunus’ta Hamas’ın üst düzey askeri komutanını en son da Tahran’da siyasi şef konumundaki Haniye’yi öldürdü. Bu cinayetlerin sonuncusu, “noktasal” denebilecek bir isabetle, İran’ın başkentinde gerçekleştirildi. Ötekilerse, kurunun yanında yaş da yanar türünden başka kimlerin öldürüldüğüne bakılmaksızın işlenmiş cinayetlerdi. Tümü birlikte ele alındığında, gerçek anlamda bir gözdağı verme gösterisiydi
Geçmişi üç çeyrek yüzyılı bulan bir cinayet makinesinin, kadın, çoluk çocuk, onbinlerce sivilin katledilişi sürüp giderken araya sıkıştırdığı bir “show business” dersek, çok mu ciddiyetsizlik bulaştırmış oluruz acaba? Araya sıkıştırma deyiminin önemsizlik anlamında kullanılmadığı eklenirse, öyle sayılmaz.
Herhalde kendi başına bir emperyalist devlet sayılamayacak İsrail’in, o nitelemeye uygun olanlar arasındaki hiyerarşide yer kapmaya çalışan bir vekil güç olarak, zaman zaman çok sıklaşan kuvvet gösterilerine baktıkça emperyalizmin böyle bir ihtiyaç ve alışkanlığının varlığını akla getirmek gerekiyor.
O ihtiyacı ve buradan doğan alışkanlığı şöyle anlatmak mümkün: Sovyet komünist partisinin birinci sekreterinin aklımızdan çıkarmamamız gereken Ekim Devrimi’nin yetmişinci yıldönümü konuşmasında anlaşılması zor bir aymazlıkla dillendirdiği saldırganlıktan her nasılsa uzaklaşmış bir emperyalizmin olabilirliği düşüncesinin tersine, yalnız saldırganlık eğilimi değil onun bir gizilgüç olmaktan çıkıp sergilenmesi, eski deyişle kuvveden fiile çıkması, bir zorunluluktur.
Noam Chomsky’nin değindiği, Amerika’nın Irak işgalinde göreve başladığı sırada Başkan Bush’a verilen bir gizli rapordan, benim izleyebildiğim kadarıyla dilimizde ilk kez söz eden, Yalçın Küçük olmuştu. Chomsky’nin yazısı Nisan 1991, Yalçın Hoca’nın ondan söz ettiği kitabı Temmuz 1992 tarihini taşıyordu; bir derleme olan o kitaptaki dergi yazılarının tarihi ise biraz daha eskiydi.
Chomsky’nin yazısında, daha doğrusu, onun elde ettiği gizli raporda yer alan bir cümle dikkat çekiciydi. O cümle şuydu: “Zayıf bir düşman karşısında ABD’nin stratejisi sadece onu yenmek değil, hızla ve kararlı bir biçimde yenmek olmalıdır.”
Burada önerilen stratejinin uygulanışının kendisinden daha zayıf bir düşmanla karşı karşıya olmakla sınırlanması, eşit ya da daha büyük bir güç karşısında hız ve kararlı bir üstünlük peşinde koşmaktansa bu tür özelliklerin aranmayacağı düpedüz bir yenginin yeterli olacağı varsayımından ileri gelebilir.
Ama bu ayrıntıyı bir yana bırakırsak, önerilen stratejiyle, ABD’nin Irak savaşındaki düşmanı zaman içinde alt etmek üzere bir süre beklemektense, örneğin ekonomik ambargo ile çökertme yoluna gitmektense, yüzbinlerce asker yığarak hızlı ve kararlı bir üstünlük kurmaya yönelişini anlamayı kolaylaştırıyor.
Burada üzerinde durulması gereken nokta, Irak teslim alınınca emperyalist dünyanın merkezinden bütün dünyadaki evlere televizyonlar aracılığıyla iletilen mesajdır. Bu mesajı “Vietnam Sendromu sona erdi!” biçiminde özetlemek mümkün görünüyor.
Gerçekten, boyun eğmeyen Vietnam halkının Amerikan emperyalizmine tattırdığı yenilgi ve verdiği ders, yalnız Amerikan ekonomisini sarsmakla kalmamış, aynı zamanda ABD’nin emperyalist stratejisine darbe indirmişti. Amerikan emperyalizmi, yoksul bir halka karşı yıllarca uğraştıktan sonra, kuvvetini gösteremeyen ve yenilgiyi kabullenen bir güç durumuna düşmüştü. Bunun emperyalizm kavramı ve olgusu ile bağdaştırılması mümkün görünmüyordu.
O savaş yılları ile sonundaki acı yenilgiyi, tümünün etkisiyle kendi ülkesi içindeki toplumsal ve kültürel sarsıntıları unutamayan Amerikan emperyalizmi, olabilen en büyük hızla ve kararlılıkla sonuç almak zorundaydı.
Geçerken, şu önemli ayrıntıyı da eklemekte yarar var: Sadece Amerika’da değil hemen hemen bütün Batı’daki iletişim araçlarının, savaş öncesinde, Irak’ın gücünü önemli ölçüde abartmış olduğu ortaya çıkmıştı. Vietnam Sendromu’nu silmek çok önemliydi ve bunun için emperyalist dünyanın bütün güçlerini seferber etmek gerekliydi. Bunun için vahşi saldırganlığı haklı ya da meşru göstermeye yardımcı olabilecek her türlü “katkı” övgüye ve ödüle değerdi.
Yeniden günümüze dönersek, ister halkların, ister “sokaktaki insan”ın diyelim gösterdiği ve yükseltebileceği tepkiler, dizginlerinden boşanmış görünen İsrail saldırganlığını engellemekten uzak görünüyor. En azından şimdilik… Öyle görünüyor; çünkü, siyasal iktidar sahibi sınıflar ile onların temsilcileri halklarla ya da “sokaktaki insan”la birlikte yaşamıyorlar.
“Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur!” diyenler çıksın varsın; söylense de söylenmese de, dinlense de dinlenmese de durum budur: İnsanlık, belirsizlikten kurtaralım, emekçi insanlık geçen yüzyılda elde ettiği kazanımları har vurup harman savurmuştur ve çektikleri ile çekmekte oldukları bir yana, daha çekecekleri vardır.
Yine de sonunda emekçi insanlığın kaybettiği görülmüş işitilmiş şey değildir.